İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İslam Medeniyeti ve Türk Devlet Geleneğinde Hukuk – Nevzat Kösoğlu

Sevgili gençler hoş geldiniz hepinizi selamlıyorum.  Bugün sizlerle Türk kültür tarihindeki devletin hukuka bağlılık açısından tezahürlerini konuşacağız. Devletler medeniyetlerin en karmaşık ve güçlü yapılarını oluştururlar. İnsanoğlunun şimdiye kadar kurduğu en büyük yapılar devletler olmuşlardır. Devletlerin tarifi ortaya çıkış şekilleri nedenleri üzerinde çok tartışmalar ve teoriler vardır. Ancak en önemlisi devlette egemenlik hakkıdır. Toplumun topyekün teşkilatlanması anlamında olan devlette egemenlik hakkı nedir ve kim tarafından kullanılacaktır? Devletin temel sorusu budur. İlk çağlarda genellikle teokratik bir yapılanmanın olduğunu görürüz. Teokratik yapılanma tanrı adına bazı kimselerin egemenlik hakkını kullanmasıdır. Detaylarına girmiyoruz. Sonra zamanla o teokratik yapı giderek demokratikleşmiş yani toplumun kendi kendini yönetmesi veya seçtiği yöneticiler, temsilciler vasıtasıyla toplumun yönetilmesi noktasına gelinmiştir. Eski Türklerde devlet bakımından çok önemli olan birkaç kavram vardır. Birisi Kut diğeri ise töredir. Kut kelime itibariyle şans veyahut baht anlamına gelir. Kimlerin Türk toplumunda eski çağlardan beri egemenlik hakkını kullanacak olanların Oğuzhan soyundan olması kuralı vardır. Bu toplumun inandığı bir kuraldır. Toplum buna inandığı için vardır. Ancak Oğuzhan boyundan gelen kimselerin kanun yapmasına razı olmaktadır Türk toplumu. Oğuzhan soyundan gelenler içinden de kime ait olacaklardır? Birçok aile vardır aynı kabileden gelen.  Mesela Osmanlıda kayı boyundan gelen birçok aile vardır Bu da kutla belli olur. Kut kimde tecelli ederse egemenlik ona aittir ve kutun tecelli ettiği aile devlete bütünüyle sahip olan ailedir. Yani devlet o ailenin bütününe aittir yalnızca tecelli ettiği kişiye değil. Şimdi kut tecelli eder ve devletin egemenliğini bir aile eline alır bundan sonra ikinci nokta gelir. Bu egemenlik hakkını meşruiyetinin olabilmesi için devam edebilmesi için egemenliği kullananların töreye uygun hareket etmeleri gerekir. Yani Oğuzhan boyundan geldiniz kut sizde tecelli etti. Yönetimi de aldınız ancak yönetimde devam edebilmeniz için töreye sadık olarak egemenlik hakkını kullanmanız lazım. Eğer törenin dışına çıkarsanız halkın ihtilal yapma ve hakanı değiştirme hakkı doğar. Töre hukuk karşılığı olarak kullanılır genelde.  Fakat tarihçilerden Halil İnalcık Hoca törede aynı zamanda kurucu hakanın iradesinin var olduğunu söyler bu da töreyi bir çeşit anayasa gibi algılamamamıza yol açar. Tabii günümüzdeki gibi değildir. Demek ki devlet kurucusunun koyduğu bir takım kurallar vardır ki onlar da hukuka ve töreye dâhildir. Sonradan gelen hakanlar bu töreye uygun hareket etmek durumundadırlar. Onların meşruiyeti ancak töreye uygun hareket etmekle devam eder. Size bahsedeceğim hukukun üstünlüğü ve hukuka bağlılık şuuru olarak ifade ettiğim şey budur.  Elinde bir güç tutanın o gücü canının istediği gibi kullanamaması ancak hukuka uygun olarak kullandığı takdirde onunu gücünün kabul edilmesi. Egemenliği kazanmış bir Türk hakanı egemenliği istediği gibi kullanamaz. Kullanırsa töreye ters düşer ve Kara Kaan gibi öldürülebilir. Ancak töreye uygun hareket ederse meşruiyeti devam eder. İşte hukuka bağlılık şuuru ve bunun tezahürü budur. Türklerde miladın ilk asırlarından beri gördüğümüz devlet teşkilatlanmalarında bu şuurun var olduğunu görüyoruz. )Hukuka bağlılık şuuru). Batıda krallar çok uzun asırla mutlak otorite olarak atfedilirlerdi. Her söylediği kesin hükümdür ve sorgulanamaz. Çok uzun süreçlerden sonra ancak hukuka bağlılık, kral da yaptıklarının hukuka uygun yapmalıdır, şuuruna çok uzun yıllar sonra gelindi. Ancak bizim tarihimizde devletin ilk kurulduğu zamandan itibaren hakan töreye uygun davranmakla sorumludur canının istediği gibi hareket edemez ilkesi vardır. Şimdi bu şuur içerisinde Türkler Müslüman oldular. Yeni bir kültür çevresine girdiler. Türklerin devlet kuruculuğu vasfı herkese malumdur. İslam’ı kabul ettikten sonra da büyük devletler kurdular yani devlet her zaman var oldu. Peki, İslam kültürüne giriş ile bu hukuk şuurundaki değişme nasıl oldu neyle karşılaştı. Burada da İslam düşüncesinde ve şuurunda hâkimiyeti elinde tutan egemen güç hangi kaynaktan gelirse gelsin şeriata uygun davranmak zorundadır. Şeriat Allah’ın emirleri bütünüdür sonraki zamanlarda da giderek de hukuk anlamında kullanılmıştır. Yani yeniçeriler “şeriat isterik” diye sokağa çıktıkları zaman vay gericiler şeriat istiyoruz, değildi hukuk istiyorlardı hukuka saygı İstiyorlardı hukuka bağlılık istiyorlardı çünkü o dönemde hukukun adı şeriattı ve bizim hukukumuz İslam hukukuydu. Egemenliği elinde tutan güç şeriata uygun hareket etmek zorundadır. Uymaz ise milletin direnme hakkı doğar. Eski Türklerde nasıl töreye ters hareket edince halka direnme hakkı doğuyorsa aynı şekilde İslam hukukunda da böyledir bu. Ki İslam hukukuna aykırı hareket etme durumu zulüm olarak adlandırılır. Zulmeden hükümdar halkın direnişiyle uzaklaştırılır. Şimdi bu hukuka bağlılık şuurunun dini inanışla bütünleşmiş halini görüyoruz ve bunun bir örneğini vereceğim. Tabii hukuka bağlılık şuurunun dini bir iman haline dönüşmesi bunun çok daha güçlü ve parlak olması sonucunu doğuruyor. Çünkü hukuk şeriattır Allah’ın emirleridir onlara uymak insanlar için farzdır. Egemenliği elinde tutan adam onlara uymazsa halkın dini inançlarını çiğnemiş olur ve o yüzden halk buna çok daha fazla direnir. Hz. Ömer halife olduğu zaman ilk hutbesinde minbere çıkar ve şöyle konuşur : “ ey cemaat be n Allah’a kitabına ve elçisinin söylediğine riayet edersem bana itaat eder misini? Ederiz Ya Ömer! Yani bu saydıkları hukuka uygun hareket etmeyi oluşturur. Peki, Bu yoldan (hukuktan) saparsam bana ne yaparsınız? Der ki seni kılıcımızla doğrulturuz ya Ömer!  Hz. Ömer ellerini açar ve şükreder. Bu çok keskin çok sağlam bir bağlılık şuurunun ilk Müslümanlardaki varlığını gösterir. Tabii ben bütün bunları anlatırken ve bundan sonra anlatacaklarım da prensip bazındadır, yani ilkelerin sınırlarını çizmek bazındadır. Yoksa İslam tarihinde hep böyle mi olmuş? Mümkün değil. Emeviler döneminde mutlak saltanat sürmüş. Ancak İslam inancının ilkesi budur ve bunun tezahürü de İslam’ın ilk dönemlerinde söylediğim misalle verilmiştir. Şimdi iktidarı alma konusunda İslam teorisinde açık bir hüküm yoktur. İktidar milletlerin geleneğine havale edilmiştir. Türklerin iktidar geleneği nedir? Oğuzlar soyundan gelenlere aittir. Öyleyse onlara ait olur. Demokratik midir seçimle mi gelir bunlar İslam teorisinde bir ilkeye bağlanmamıştır ve Müslüman milletlerin geleneğine bırakılmıştır. Fakat hepsinin ortak noktası ile şudur: Hangi gelenekten ne sebeple gelmiş olursa olsunlar iktidara gelmiş olanların hukuka bağlı olarak bağlı hareket etme mecburiyetleridir. Hangi gelenekten iktidara geldikleri değil meşruiyet çizgisinde devam ettirip ettirmedikleri önemlidir. Hukuka uygun davranıyorsa meşrudur değilse halkın direnme hakkı vardır. Sadece bu anlayışa aykırı olarak İslam dünyasında Şia geleneği vardır. Kur’an’daki bazı ayetleri de yorumlayarak Onlar iktidarının Hz. peygamberden sonra Hz. Ali’ye verilmesi gerektiğini ancak verilmeyip haksızlık yapıldığını iddia ederler ve halen de böyledir. Bu anlayış İslam’daki teokratik devlet anlayışıdır sadece Şia’da vardır. Çünkü Hz. Ali eğer Kur’an la yani Allah tarafından toplumu idare etmekle görevlendirilmişse ve onun neslinden gelecek olanlar da bu şekilde görevli ise bu tanrı adına yönetmek demektir ki buna da teokrasi diyoruz. Şia’nın dışında İslam toplumunda bu şekilde başka bir topluluk yoktur.

Şimdi hukuka bağlılık şuurunun en güçlü en açık ve en etkili bir tarzda tezahür ettiği devlet İslam devleti olarak Osmanlı imparatorluğudur. Osmanlı imparatorluğunda egemenlik oğuz ailesinden gelen bir soya aittir. Bu konularda bazı tarihçiler “evet ama derler ama ben Osmanoğulları’nın Oğuzhan soyuna bağlanması daha sonraki yazılan tarihlerde görülüyor. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Daha sonraki tarihlerde Osmanlı soyunu onlara bağlamak ihtiyacı duyulduğuna göre demek ki bugünkü kavramlarla toplum mutlaka Oğuzhan soyundan gelmesini istiyor hakanların. Oğuzhan soyundan gelen Osmanoğulları’nda kut tecelli ediyor ve bildiğimiz silsile devam ediyor. Bizim açımızdan önemli olan egemenliğin nasıl elde edildiği değil egemenliğin meşruiyetidir ve direnme hakkının ne zaman doğacağıdır. Egemenliğin meşruiyeti de önceden de olduğu gibi ancak adalet ile mümkündür adaletin olmadığı yerde zulüm vardır zulmün olduğu yerde de halkın direnme hakkı vardır. Adalet her şeyin yerli yerince hukuka uygun olması demektir. Osmanlıda da bu böyledir ancak hukuka uygunluğu devam ettiği sürece. Hukuk şeriattır. Daha sonra kamu hukuku alanında serbest örflere göre kanunnamelerle yapılmış kanunlardır. Bunlara uygun davranıldığı sürece adalet icra ediliyor demektir ve halk itaatle mükelleftir. Bundan sapıldığı zaman başkaldırı hakkı doğar ancak başarıp başaramaması ayrı meseledir. Bu teorik yapı olmakla beraber bunun bir de müesseseleşmesi söz konusudur. Yani egemenlik hakkını kullananlar yasalara uygun hareket ediyorlar mı etmiyorlar mı? Bunun birisinin denetlemesi lazım kurumlaşma dediğimiz olay budur. Osmanlı da şeyhülislamlık olarak andığımız kurum bunu denetler. Şeyhülislamlığın temeli fetvadır. Fetva ne demektir? Fetva;  insanların bir harekette bulunacakları zaman bir eyleme geçecekleri zaman bu eylemin hukuka uygun olup olmadığını bu işi bilen bir adama (müftüye) sormalarıdır. Yani eylemi daha kaynağındayken hukuka uygunluğunu denetler ve fetva bunu s ağlar. Bu özgün bir denetlemedir ve İslam dünyasından başka bir yerde de yoktur.  Bu bizde fetva aynı zamanda hukuka bağlılık şuurunun ne ölçüde güçlendiğinin bir ifadesidir ayrıca bu şuuru da güçlendirmiştir çünkü eyleme geçemden hukuka uygun olup olmadığını sorup onay aldıktan sonra eyleme geçiyorsun. Gerçekten özgün bir uygulamadır. Bizde hukuksuz hareket etmeme şuuru o kadar yer etmiştir ki folklorumuza kadar da girmiştir. Bir Erzurum türküsü vardır  “Hangi kitapta yazir ben sevim eller alsın?” Burada kitap hukuku temsil eder.  Yani bir şey kültürde bile dile getirilmişse şuurun ne kadar güçlü olduğunu varın siz düşünün. Osmanlı’da bu hukuka uygunluk şuurunun kurumlaşması görülmüştür o da şeyhülislam vasıtasıyladır. Şeyhülislamlık birçok fonksiyonun yanında şöyle bir fonksiyona da sahiptir: hükümdar kanunname çıkardığı zaman, genellikle kamu hukukuna ait alanlarda çıkar çünkü İslam hukukunda kamu hukuku alanı boş bırakılmıştır milletlerin geleneğine bırakılmıştır.  Özel hukuk alanı şeriatta düzenlenmiştir ancak kamu hukuku alanı bırakılmıştır orada hakanlar padişahlar özel fermanlar ve kanunlar çıkarabilirler ancak şeriata uygun olduğu sürece. Bunun denetimi kanunname çıkarıldığı zaman neşredilmeden evvel şeyhülislamlık makamına gider, uygundur damgası vurulur kanun daha sonra yürürlüğe girer. Şimdiki durumla bir kıyaslayalım. Meclisten kanun çıkar, yürürlüğe girer ondan sonra birisi yahut veyahut bir grup anayasa mahkemesine başvurur Bu kanun anayasa aykırıdır der de incelenir ve aykırı ise birkaç sene sonra evet bu aykırıymış der. Ancak arada uygulanan süre kayıptır. Ancak uygulandıktan sonra tespiti yapılıyor. Osmanlı’da ise yürürlüğe girmeden tüm bu denetimler yapılıyor. Bu güzel bir müessese ancak tam kurumlaşmanın olması için bir takım garantileri olması lazım. Örneğin şeyhülislam bir kanunnameyi şerre aykırıdır diyerek geri çevirdi padişahın da canı sıkıldı azlettim seni dedi. Buna karşı Osmanlı hukukunda şeyhülislamlar azledilemezler ve katledilemezler. Genellikle ulemadan olan hiç kimse katledilemez. Özelde de şeyhülislam da azledilemez katledilemez yani bir kimse şeyhülislam oldu mu ona ömür boyu kimse dokunamaz. Peki, hep böyle mi devam mı etti bu? Eğer hep böyle devam etseydi Osmanlı yıkılmazdı. İlk olarak 1545 de padişah bir şeyhülislam azletti. Elli yıl sonra 1590’larda yeniden böyle bir vaka yaşandı ve ondan sonra da ipin ucu kaçtı. Katledilen şeyhülislamlar bile oldu. Bazı örnekler verelim. Yavuz sultan selim bilirsiniz sert bir hükümdardır. Bir gün zembilli ali efendiyi çağırır biliyorsunuz şeyhülislamdır o zaman. “Efendi, memleketleri zapt etmek mi yoksa insanları Müslümanlığa kazandırmak mı Allah rızasına daha uygundur. Zembilli Efendi der ki tabi İnsanları Müslüman etmek memleketleri fethetmekten daha makbuldür der. Padişah peki der ve bir ferman çıkarır: İstanbul’daki bütün gayrimüslimler Müslüman olacak. Olmayanları sürün veyahut kesin vs. der. Tabi bunu Zembilli duyunca etekleri tutuşur. Padişahı engellemek lazım ancak bir manada da fetvayı kendisi vermiş nasıl engelleyecek düşünür. Birkaç tane çok yaşlı Müslüman buluyor İstanbul’un fethini görmüş olanlardan. Bunlar gayrimüslimlerin İstanbul ‘un fethinde gayrimüslimlerin rızayla teslim olduğunu söylüyorlar. Onları huzura çıkarıyor ve Padişahım İstanbul rızaen fethedilmiştir sulhen değil. Bu yüzden senin bu gayrimüslimlere bunu yapmaya hakkın yoktur der. Yavuz Sultan Selim’in kararını da böylece iptal ettirir. Şimdi bu hukuka bağlılık şuuru dediğimiz şey esasında bütün hayatında bütün hayatın temel esprisidir. Din Ahlak ve Hukuk. Bunlar insanın davranışlarını belirleyen üç temel esastır. Aksi durumda ise karmaşa meydana gelir. Teşkilatlanma mümkün olmaz. Bunun en yüksek derecesini de hukuka bağlılık şuuru teşkil ediyor. Bir örneği vardır ki Osmanlı’da cihan tarihinde eşi benzeri olmayan bir hadisedir. Hadise şudur: Merzifonlu Karamustafa paşa Viyana’yı fethetmeye kararlı. Birçok vezir hatta padişah da Avusturya ile bir anlaşmalı olduğunu ve henüz mühletinin dolmadığını ve bu yüzden de sefer yapmanın caiz olmayacağını düşünseler de Merzifonlu çok şedit bir insan olduğu için bu fikri anlatmaktan çekinirler. Hazırlıklar başlatılır. Bunu duyan Viyana imparatoru büyük telaşa kapılır. İstanbul’a özel bir elçi gönderir. Elçi sağa sola başvurur anlaşmamız var diye söyler herkese ancak Merzifonluya bir türlü ulaşamaz. Hazırlıklar da bir yandan devam eder. Avusturya elçisi ona kim öğretti ise bir yola başvurur. Yol şudur: Osmanlı şeyhülislamından bir fetva ister. Der ki: Başına bez bağlamış(teslim olmuş) diz çökmüş bir düşmana kılıç doğrultmak caiz midir?  Şeyhülislam hayır diye verir. Avusturya elçisi bu fetvayı eline alıyor Merzifonluya yine ulaşamasa da bunu herkese göstererek millete fetvayı göstererek yanıp yakılıyor ancak olayı engelleyemiyor. İşin bir tarafı şu ki 2.Viyana Seferi’nden mağlubiyetle dönüşümüzün arkasında da böyle manevi bir olay vardır. Fetvaya rağmen zulmen, hukuka yürümüş bir ordu vardır ki yenilgi ile geri dönmüştür. Bu ibret alınması gereken tarafıdır. Diğer yönü ise, aradan 500 sene geçmiş bir düşünelim. Amerika Saddam rejimi üzerine yürümeye karar vermiş, ordularını hazırlamış. Saddam’ın elçisi ise Amerika yüksek mahkemesine gidip Bush hakkında yaptığın iş hukuksuzdur şeklinde karar aldırıyor. Böyle bir şey hayal edilebilir mi? Hatta bizim yakın döneme kadar anayasa mahkemesine ferden başvuru hakkı yoktu sadece kurumlar başvurabiliyordu. Bu hukuka bağlılıktaki hassasiyetin Osmanlıdaki derecesini gösterir. Bir yabancı devlet bile gelip size müracaat edip senin bu işi yapmaya hakkın yoktur diyebiliyor. Bu imkâna sahiptir. Bu günümüz hukukun üstünlüğü fikrinin henüz ulaşamadığı bir derecedir. Benzeri bir olay daha sonraki yıllarda vuku bulur. Ruslar doğuda Azerbaycan’a girerler. O zamanlar Safevi imparatorluğunun bünyesindedir. Safevilerin sıkışık, karışık bir dönemidir. Ordusunu toparlayıp Rusları durduracak gücü de yoktur. Ruslar engelsiz ilerlemektedir. O günlerde Erzurum valisi Mehmet paşa padişaha sürekli haber yollar ve der ki Ruslar kuzeyden geliyorlar ve sürekli ilerliyorlar. İran da karşı koyamıyor. Biz de buradan ilerleyip hem Rusları durduralım hem Tebriz bölgesini yeniden devletimize katalım. En uygun zamandır diyor. Padişah ise şunu söyler: Safevi hükümeti ile bizim aramızda saldırmazlık paktı vardır ve sona ermesine de uzun müddet vardır bu sebeple de İran’a saldıramayız. Eğer İsfahan düşer de şah esir olur veya kaçarsa ancak o zaman istediğiniz gibi yürüyebilirsiniz. Mehmet Paşa’nın bütün ısrarlarına rağmen Rusları izlerler ve harekete geçmezler. Ne zaman Isfahan düşer o zaman bizim ordu buradan hareket eder. Bu fevkalade bir hukuka bağlılıktır. Bizim anayasa hukukunda anayasaya aykırılık ve denetlenmesi gibi konular anlatıldığında bazı hususlar vardır ki bunlar anayasa denetimine girmezler. Mesela harp kararı.  Dünyanın her yerinde de bu böyledir. Meşru mudur değil midir artık o dünyanın hiçbir yerinde sorulmaz. Sadece Osmanlı’da sorulur. Hiçbir hükümdar fetva almadan seferi başlatamaz. İşte size seviye farkı. Hatta Sultan Selim doğu seferine hazırlandığında şeyhülislamlık ona fetva vermemiştir. Mezhebi farklı olsa da o da İslam hükümdarıdır. Sen de İslam hükümdarısın Caiz değildir der. Yavuz Sultan Selim’in eli ayağı tutulmuştur. Bir zaman sonra Şah İsmail’in Osmanlı aleyhine papa ile gizli bir anlaşma yaptıklarını bizim ajanlar öğrenip bildirdikleri zaman yeniden fetva istemiştir bir İslam hükümdarı diğer bir İslam hükümdarı aleyhine papa ile ittifak yaparsa sefer caiz midir? Demiştir ve fetvayı almıştır. Daha sonra mısır seferi için de fetvayı zor almıştır ve bir süre oyalanmıştır. O sırada da Mısır Türk hükümetinin hükümdarının Safevi hükümdarı ile anlaşma yaptığına dair istihbarat elde edip belge ele geçirirler bununla tekrar müracaat edip fetvayı alırlar. Yani dünyada savaş kararlarının hukuk denetiminden geçtiği bir başka ülke yoktur. Bu düzeye yükselmiş başka bir ülke yoktur.  ABD bu konularda en ölçü devletlerden biridir. Hiroşima’ya bomba atarken bunca insanın öleceğini bile bile kimseye sordu mu? Savaşa girerken birilerine mi danıştı? Milyonlarca insan öldü. Yani bu anlattığım olaylar ki hepsini ilke bazında anlatıyorum. Detaylandırılması ayrı bir konudur. Hukukun bu kadar üstün tutulduğu ve bu şuurun bu düzeyde olduğu başka devlet veyahut hukuk sistemini insanlık yaşamamıştır. Biz bunu yakın zamanda yaşadık.  Ancak daha önce de belirttiğim gibi hep öyle devam etseydi yıkılmazdı devlet zaten. Adaletle devam etmesi halinde bizim geleneğimizdeki inanca göre devlet yıkılmaz. Devleti yıkan haksızlıklar ve zulümdür. Bunlar tezahür etsin veya etmesin devleti yıkan haksızlıklardır. Bizde de şeyhülislama verilen bu muafiyetler ve imtiyazlar bozulduktan sonra zaten kurum sallanmaya başlamıştır. Öyle zamanlar gelmiştir ki bu sefer fetva almak veya fetva verilmesi kılıfa uydurmak için gerçekleştirilmiştir. Sultan Selim’in elini bağlayan kurum bu sefer padişahın veyahut vezirlerin ya da çeşitli grupların hareketlerine kılıf uydurur hale gelmiştir. Örneğin Yeniçeriliği ortadan kaldırmaya karar verilmiştir sonra fetva alınmıştır. Yani fetva hukukun üstünlüğünü belirleyen bir şuurun bir yapının ifadesi olmaktan çıkmış, kılıf hazırlayan bir kurum haline dönüşmeye başladıkça da Osmanlı’nın sonu gelmiştir. İsteriz ki günümüzde anayasa meseleleri özellikleri konuşulurken, hak meseleleri konuşulurken, bunların hukuki düzlemde yapılaştırılmasında, tanziminden söz edilirken bizim bu konudaki geleneğimizin de en azından göz önüne alınması lazım. Biz en azından 2000 yıllık bir devlet geleneğine sahip bir ülkeyiz. Dünyanın en büyük devletlerini kurduğuna göre elbette bir kuralı vardır bunları incelemek lazım. Size bir hatıramı anlatarak konuşmayı bitireyim. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde 2. Sınıfa geçerken seçmeli dersler grubu vardı bizde. Bunlardan bir grup da sosyoloji, umumi hukuk tarihi, Türk hukuk tarihi grubu idi. Diğer arkadaşlarım kolay not almak için ders seçerken ben diğerini seçtim. Derse gittik. Beş altı kişi var çok da seçen yok umumi hukuku. Hoca herkese tek tek soruyor bu grubu neden seçtiniz diye. Adını unutmuyorum Ziya Somar diye bir Roma Hukuk Doçentiydi o zamanlar. Bana sordu dedim ki Türk hukuk tarihini öğrenmek istiyorum o yüzden seçtim. Bir kahkaha attı. A-aa Türklerin hukuku da mı varmış dedi. Tabi ben bir şey diyemedim. O zaman hoca öğrenci ilişkileri çok daha şeditti. Ama o sözü hiç unutmadım.  Hatta ben Saddi Maksudi’nin Türk Tarihi ve Hukuk isimli eseri var dedim geçiştirdi beni yerime oturttu hakaretle. Şimdi Türk tarihine kendi geleneğine böyle bakan hukuk tarihi hocalarının yetiştireceği insanlar da kendileri gibi olur. Onları biraz aşmış durumdayız ancak kendi hukuk tarihimizi kendi kültür geleneğimizi bilerek işlere kalkışırsak çok daha sağlam kurumlara erişiriz.

Teşekkür ederim.

Yorumlar kapatıldı.