İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kalın Türk – İsmet Özel

Merhabalar.

Bir konuşma yapmak üzere karşınızdayım. Beni dinlemeye geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Konuşma yapan birinin aldığı bütün mükâfat kendisini dinleyecek insanları bulması imiş. Şimdi burada gerçekten bir konuşma olacak mı, bunu kestirmek çok zor. Eğer dinleyenler varsa, bir konuşma olabilir. Buraya “Bakalım bu adamın sıkıntısı neymiş” deyip, merak saikiyle gelen insanlar varsa onlar bu konuşmanın dinleyicileri değil. Dinleyici demek, konuşan kişiye söylediklerinin boşa gitmediğini gösteren kimse demek. O yüzden karşımda dinleyici olup olmadığı konusunda hiçbir fikrim, hiçbir bilgim yok. Karşımda kimler olduğunu tam olarak bilemiyorum, takribi olarak biliyorum. Karşımda eğer erken evlenmiş olsaydım torunum yaşında olacak insanların çoğunlukta olduğu bir grup insan var. Ben 1944 doğumluyum ve tahmin ediyorum burada dedesi 1944 doğumlu olan bazıları vardır. Bu aradaki yaş farkı, yani konuşanın ve dinleyenin arasındaki yaş farkı yaşadığımız günler bakımından çok önemli. Çünkü bu yıl üniversiteye girmiş olan insanların bir kısmı, önemli bir kısmı, doksan doğumlu. Hıristiyan takvimine göre 1990 yılı Saddam Hüseyin’in Kuveyt topraklarına asker soktuğu senedir. Yani, dünya 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük siyasi çalkantıyı, askeri çalkantıyı, bu salonda bulunan insanların doğdukları yıllarda yaşadı. Ve sizler, yani çoğunuz -aranızda biraz daha kart olanlar vardır tahmin ediyorum- bir dünya tanıyorsunuz ve o dünya benim tanıdığım dünya değil. Dolayısıyla ben kendi tanıdığım dünyayı temel sayarak size bir şeyler söyleyeceğim ve bu benim tanıdığım fakat sizin tanımadığınız dünya arasındaki faz farkı anlaşmamızı kolaylaştırmayacak, zorlaştıracak. Yani bu konuşmanın sonunda “Keşke gelip vakit kaybetmeseydim bu konuşma dolayısıyla.” diyen insanların sayısı küçümsenemeyecek kadar olacak.

Konuşmamızın başlığı “Kalın Türk”. Bir Türk var, bir de onun kalını var. Bu aynı zamanda benim kitaplarımdan birinin başlığı. O kitabın ortaya çıkmasına sebep olan konuşma 1993 yılında yapılmış. Yani, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada Soğuk Savaş’ı mümkün kılan Marksist izahların prestij kaybettiği bir zamanda A.B.D’nin milli siyasetinin paralelinde neşriyat yapan bazı insanların önce “Tarihin Sonu” ve akabinde “Medeniyetler Çatışması” gibi argümanları ortaya attıkları zamanda, bu argümanlardan ikincisinin, yani “Medeniyetler Çatışması”nın konusunu ortaya atan Huntington’ın tezlerinin nasıl asılsız şeyler olduğunu göstermek üzere yaptığım bir konuşma. Bu konuşmayı yıllar sonra “Kalın Türk” adı altında, Türkiye’de okuma-yazma bildiğini sanan insanların dikkatine arz ettik zamanında. Bundan ne oldu? Bir şey olmadı. Şimdi ben size bir konuşma yapıyorum burada, Bilkent Üniversitesi’nde yaptığım ilk konuşma değil bu. Ama ikisinin arasında çok büyük zaman farkı var. Yıllar geçti. Hatırlamıyorum hangi seneydi. Şimdi böyle bir konuşmanın vuku bulmasının bir sebebi olması lazım. Bir şeyler değişti Türkiye’de. Yani, benim bu sayıda bile olsa, öğrenciye hitab etmemin pek mümkün olmadığı bir dönemi geride bıraktık. Şimdi bir aşamadayız. Bir safha idrak ediyoruz; o da sonucun ne olacağını kestiremediğimiz bir şey. Yani, geçtiğimiz dönemde, diyelim ki 10 yıl içinde, benim genç insanlarla yüz yüze gelmem konusunda bazı tedbirler alındı. Çünkü o sırada bir aş pişiriyorlardı. Şimdi benim bu konuşmayı yaparken, o pişmiş aşa soğuk su katmam birileri tarafından isteniyor olabilir. Ama ben o pişmiş aşa soğuk su katmayacağım. Çünkü ben o aşın kimsenin kursağına gitmeden dökülmesinden yanayım. O murdar birşey. Bir haram aş pişirildi. O aşı belki yenebilir hale getirmek için, benden o pişmiş aşa soğuk su katmamı belki istiyor birileri. Ama ben katmayacağım o soğuk suyu içine.

Şimdi bazı şeyleri anlamanız çok zor. Neden? Biraz önce söyledim, yani sizin doğduğunuz yıllarda dünya çok büyük bir değişiklik geçiriyordu. Yani globalizm dediğimiz şey dünyada tesirini gösterdiği zamanda doğdunuz siz ve bütün ömrünüzü, şimdiye kadarki ömrünüzü, bu global mantalitenin hakim olduğu süreç içinde geçirdiniz. Mesela İngilizce “Think global, act local.” gibi şeyler öğrettiler size, siz de bunu çok mantıklı buldunuz. Ama işin aslı bu değil. Hiçbir bakımdan bu değil. Hiçbir ülke açısından baktığınızda bu değil, Amerika da dahil buna. Ben 1899 doğumlu bir babanın çocuğuyum. Yani 19. yüzyılın son yılında doğmuş bir babanın çocuğuyum ve benim baba diye bildiğim insan hem 1. Dünya Savaşı’na hem İstiklâl Harbi’ne iştirak etmiş birisi. Benim babam 1969’da öldü. Sanıyorum ki şu anda Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasını bilen, ona şahitlik yapmış olan, şu anda Türkiye’de hiç kimse yaşamıyor. Dolayısıyla insanların öğrendikleri şeyler ya işittikleri, ya okudukları şeyler. Müşahede ettikleri, tadını tattıkları, acısını çektikleri şeyler asla değil. O yüzden hepimizin hadiseyi belli bir prensip ittihaz ederek kavrayabilmemiz lazım. Buna sizin ne kadar hazırlığınız var, bilmiyorum. Ama Andre Gide’in bir aforizmasından kalkarak birşeyleri anlamak mümkündür. Andre Gide, -Fransız yazar- “Etik, estetiğin bir şubesidir.” der. Yani ahlak güzelliğin bir parçasıdır. Ahlaktan bahsederken “etik” kelimesini kullanmamız doğru bir dil kullanmamız mıdır? İşte bunu bilmek lazım. “Etik” kelimesi Yunanca “Ethos” kökenli birşey. Daha çok karakter, bir toplumun moral değerleriyle alakalı bir varlık alanı. Ama ahlak, “etik” kelimesinin gösterdiği şeyi anlatmak durumunda değil. Biz mecburen, tercüme mecburiyeti yüzünden “etik” ve “ahlak” kelimelerini yan yana koyuyoruz. Ahlak yaratılmakla alakalı bir kelime. İnsanın veya hayvanın yaratılışından gelen özellikleri anlatan bir şey. Neler olup bittiğini, bugün neler olup bittiğini, geçmişte neler olup bittiğini, gelecekte neler olup biteceğini düşünürken bizim bir etik değil, estetik temelimiz olması lazım. Yani biz neyi güzel görüyoruz, güzel olarak kabul ettiğimiz şey nedir? Yani içimizde bizim değer yargısı üretebilmek için sahip olduğumuz kalite hangi çizgidedir, hangi seviyededir? Bu bizim ahlaki davranışlarımızı da tayin edecek olan birşey. O yüzden bugün güzellik konusunda hususi tercihler yapmayı başaramamış insanların ahlaki tercihlerinin isabetli olacağını düşünmemiz mümkün değil. Yani önce sanata dair bir terbiyeden, sanatın neye değdiğine dair bir terbiyeden geçmiş olmalıyız ki aynı zamanda bu bizim toplum düzeni, kendi hayatımızın bu düzendeki manası konusunda bize bir ışık tutsun. Şimdi böyle bir zemin elde edebilirsek ortak bir dil kurabiliriz. Ya da şöyle diyelim; eğer benim söylediklerimi bir yere oturtmak, bir yere koymak, bir yere yerleştirmek istiyorsanız endişemin estetik bir endişe olduğunu bilmeniz ve bu estetik endişenin etik yansımasıyla ilgilendiğimi akledebilmeniz lazım.

“Türk” kelimesi geçer geçmez, yaşadığımız hayat içinde, eğitim dünyamız içinde zihnimizde oluşan şey bir millet hayatı olmaktan ziyade bir devlet hayatıdır. Yani biz “Türk” kelimesi geçer geçmez ilk planda zihnimize bir millet gelmez, bir devlet gelir. Birçok devlet gelebilir. Yani “Türk” kelimesi bize milletten önce devleti çağrıştırır. Şimdi bir fantazya yapalım ve şunu farz edelim. Türkiye’de bir İstiklâl Harbi verilmedi ve Sevr Antlaşması’nın uygulanması mümkün oldu ve sona eren Osmanlı Devleti’nin elde kalan son toprakları da… Osmanlı Devleti Balkan Savaşı sırasında, yani 1912’de başlayıp 1913’te biten, bir yıl süren Balkan Savaşı sırasında bütün Rumeli topraklarını kaybetti. I. Dünya Savaşı’na girerken sadece Asya toprakları vardı. O da Asya toprakları, Afika değil. Libya bile İtalyanların tasallutuna uğramıştı. 1918’de savaş bitti. 1919’da imzalanan Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti’ne bugünkü topraklarımızın beşte, hatta altıda biri denebilecek bir saha bıraktı. Gerisi İtalyan, Fransız, İngiliz, Yunan toprakları olarak onlara tahsis edildi. Şimdi şöyle düşünelim: İstiklâl Harbi verilmedi ve Büyük Yunanistan kuruldu. Yani, Yunan Krallığı bugün Marmara Bölgesi ve Ege Bölgesi diye bildiğimiz toprakları kendi topraklarına kattı, Büyük Yunanistan kuruldu ve aynı zamanda bir Büyük Ermenistan kuruldu. O da işte Kayseri, Sivas dâhil, belki Antep, Urfa da dâhil bir yerde devletini kurdu. Kürdistan kuruldu diyelim; o da bir yerlerden topraklar aldı. Bu, Türklere bırakılmış saha bugüne kadar gelseydi, o zaman “millet” olarak bir Türk’ten bahsedecektik. Çünkü, bütün diğerleri dışarıda bırakılmış olacaktı ve “Ben Türküm” diyenler de o topraklara gideceklerdi. Dolayısıyla bir millet olarak Türklerden, bu devlet dolayısıyla bahsedecektik. Onlar ne yapacaklardı, hangi işlerin altından kalkacaklardı onu bilmiyoruz.

İSTİKLAL MARŞI DERNEĞİ ETKİSİNİ GÖSTEREMEZSE TÜRKİYE HARİTADAN SİLİNECEK

Ama böyle bir şey olmadı. Böyle bir şey neden olmadı? Yani, Türkler çok kahraman, vatanperver ve herkesden daha çok işi halledebilen insanlar oldukları için mi kocaman bir Türkiye Cumhuriyeti var? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzölçümü Avrupa ülkelerinin hepsinden büyük. Yani, Avrupa’da Fransa artı Tunus Türkiye’nin yüzölçümüne erişiyor. Fransa tek başına erişemiyor, Fransa’ya Tunus’u eklerseniz Türkiye kadar oluyor. Diğerlerinin hepsi zaten daha küçük. Olmadı böyle bir şey. Büyük Ermenistan kurulmadı, Büyük Yunanistan kurulmadı, Kürdistan kurulmadı. Neden böyle oldu? Dünyayı çekip çeviren büyük güçler neden bunun sağlanmasına fırsat vermedi? Çünkü I. Dünya Savaşı bitmişti ve bu savaştan, dört yıl süren bu savaştan İngiltere de dâhil olmak üzere, çünkü ekonomisi harap olmayan yegâne ülke İngiltere idi. Amerika’yı saymıyoruz çünkü o zaten şerbetliydi. Bütün diğer savaşa giren galip veya mağlup ülkelerin hepsi bitabdı. Yani Sevr Antlaşmasını kuvveden fiile geçirebilecek güç, İngiltere de dâhil olmak üzere, hiçbirinin elinde yoktu. Bu harap halden eğer bir Büyük Yunanistan, bir Büyük Ermenistan, ve bir miktar toprak alıp Kürdistan kurulacak olursa, bilhassa Ermeniler ve Yunanlılar bu harap ve bitab düşmüş Avrupa’nın karşısında önemli bir iktisadi başarı elde edebilecek toparlanmayı sağlarlardı. Ve bu da Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’na giremeyecek kadar çaresiz kalması demekti. Zaten bu iki savaş arasında biliyorsunuz kapitalizm en büyük buhranını yaşadı. 1929 krizi, kapitalizmin gerçekten yerle yeksan olduğu bir dönemdi. Onun için bu sahada tehdit altında hükümranlık gösteren insanların hâkimiyeti Dünya Sistemi tarafından tercih edildi. Yani, Ankara yönetimi kendisine bahşedilen imkânlarla hükümet edebilen ve herhangi bir şekilde mızıkçılık yaparsa her bakımdan bütün gücü elinden alınabilecek bir mekanizmaya mahkûm edildi. Ve bazılarınız işitmiş olabilir, İsmet Paşa Lozan Antlaşması’ndan çıkarken “Bir yüz sene kazandık” dedi. Şimdi bu yüz senenin sonuna geldik, doksanı gitti. “Bir yüz sene”yi kim kazandı? Şimdi, önümüzdeki on sene içinde birileri neyi kazandıklarını gösterecekler. Eğer İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’de etkisini gösteremezse Türkiye Cumhuriyeti haritadan silinecek. Çünkü, o günden bugüne, 1923’ten bugüne bu kazan kaynadı ve bunu buraya getirdiler. Nereye getirdiler? Cumhuriyet’in ilanıyla beraber aldıkları imkânların, aldıkları gücün sıfırlanması noktasına getirdiler. Bu nasıl oldu?

Şimdi bu Türkten bahsedeğiz. Bir de Kalın Türk’ten bahsetmek lazım… Bu Türk nerden çıkmış, bu nasıl birşey, böyle bir ırk, böyle bir kavim, böyle bir kültür var mı? Bunu tarihin hangi döneminde tesbit edebiliyoruz? Böyle birşey yok. Türk kelimesinin aslı “török”. Töre kelimesinden geliyor, “töresi olan” demek ve biz kendimize “Türk” diyoruz -ben öyle diyorum, sizi bilmem- çünkü Arapçada “ö” harfi yok. Onun için “türük, türk” kelimesi doğmuş. Yani, bizim doğrudan doğruya Müslümanlığımızla alakalı bir şey Türk. Töre olarak sadece dinini bilen insanlar Türk. Anlatabildim mi? Töre olarak dinini bilen insanlara Türk denmiş. Bunlar “düz kafalı” insanlar, sadece bir şeyin “helal mi haram mı” olduğunu öğrenmeye mütemayil. Helalse onun içinde bulunuyorlar, haramsa onunla uğraşıyorlar. Bu Türk, bilhassa Selçuklu devletinin kuruluşuyla beraber dünya siyasetinde kendi gücünü göstermiş. Çünkü bu Türk, Mekke ve Medine’yi kendi devlet sınırları içine almadığı halde bütün dünyaya ilan etmiş: “Bu iki şehre zarar veren kim olursa bunların cezasını ben veririm” diye. O yüzden Büyük Selçuklu Devleti sırasında gayrimüslim dünya Mekke ve Medine’ye tasallut edememiş. Daha sonra bizim yaşadığımız topraklar, bu topraklar, bu şehir çok mutena bir Türk şehridir; Ankara. Bu şehri bizim elimizden Osmanlılar silah zoruyla aldı. Ankara’yı Osmanlılar Türklerin elinden silah zoruyla aldı. Burada Ahiler hüküm sürüyorlardı. Ama onlar yüzyıllar süren kandırmacayı devreye sokmak üzere bu sahayı da topraklarına kattılar. Hepinizin değilse bile birçoğunuzun bildiği hikâye, Hacı Bayram Veli hikâyesidir. Tabi burası artık çok uzak oralara. Asıl Ankara’ya gittiğiniz zaman Augustus Tapınağı’nın yanında Hacı Bayram Veli’nin türbesini görürsünüz. I. Murat Hacı Bayram Veli’yi zincirleyerek huzuruna çağırdı. Çünkü bu Türk şehri Hacı Bayram Veli’nin müritleriyle doluydu. Ama Hacı Bayram Veli’nin müritleri Ankara’yı da taşıyordu. Çok geniş bir alanda idi ve Osmanlı bu Türk gücünden ürktü. Hacı Bayram Veli’yi I. Murat zincirleyip huzuruna getirdi ve dedi ki: “Bana bak, her müridin için kelle vergisi vereceksin bana”. O da çar-naçar geri döndü ve haber saldı bütün müritlerim gelsin diye. Geldiler buraya, Ankara Ovası insan kesti. “Kızılca gün” dediler ona. Her taraf hıncahınç insan doldu, bütün Hacı Bayram Veli’nin müritleri geldiler. Yüksekçe bir yere çıkan müritlerin ileri gelenlerinden birisi dedi ki “Şeyh hazretlerine şöyle bir emir geldi: ‘Her Hacı Bayram Veli müridi kendini şeyhinin uğruna kurban edecek.’ İşte burda çadır hazır, geleceksiniz buraya sizi birer birer keseceğiz.” Bunun üzerine ova, o hıncahınç dolu olan ova boşalıverdi. Dediler ki: “Şeyh kara sevdaya uğradı, böyle salakça şey olur mu? Şeyhin uğruna kurban olmak?” Ama meraktan şöyle iki yüz üç yüz kişi kaldı, ne olacak bu işin sonu diye. Ve çadıra bir karı koca girdiler. “Allah madem şeyhimize böyle bir haber göndermiş, biz de dinimiz için her şeyi yapmaya hazır insanlarız, buyrun kesecekseniz bizi, kesin” diye karı koca girdiler çadıra. Çadırda hazırlık yapılmıştı zaten, onların kıyafetleri üzerlerinden alındı ve orada boğazlanan bir hayvanın kanı onların kıyafetlerine bulaştırıldı. Ve çadırdan çıkan ileri gelen mürit kıyafeti halka gösterdi. Bunun üzerine bir tane bile kalmadı. O iki yüz, üç yüz kişi kaldı demiştik, onlar da dağılıp gittiler. Bunun üzerine Hacı Bayram Veli dedi ki: “Bir buçuk müridim var, Murat istiyorsa onların vergisini vereyim.” Biz böyle bir milletiz. Yani, Türk’ün aklı ya kaçarken ya sıçarken gelirmiş. İşte böyle bir insanlar topluluğuyuz biz.

TÜRKİYE ALEYHİNDEKİ İNSANLAR BENDEN, MASUM OLDUKLARINA DAİR BİR TEK KELİME İŞİTMEYECEKLER.

“Türkiye” ismi, biliyorsunuz, Cumhuriyet sonrası benimsenmiş bir isimdir. Avrupalılaşmış Türkler “Türkiya” deme taraftarıydılar. İtalya, İspanya, Fransa, Almanya, Polonya gibi Türkiya diyorlardı. Fakat Doktor Rıza Nur Fransızca telaffuzun tercih edilmesini istedi, bu konuda etkiledi ve “Türkiye” koyduk yaşadığımız ülkenin adını. Ama Avrupalılar eski zamanlardan beri, Haçlı Seferleri’nden beri… Türkiye sözünü Avrupa lisanlarında Die Türkei olarak telaffuz eden kişinin Friedrich Barbarossa olduğu söylenir, bu Tarsus ırmağını geçerken boğulan imparator. Batılılar bu topraklara öteden beri, yani XII, XIII yüzyıldan beri Türkiye diyorlardı zaten. Biz çeşitli isimler verdik, Memalik-i Ali Osman falan gibi. Türkiye toprak, vatan olarak doğdu. Bu doğuşu Türk’ün doğuşu mümkün kıldı. Yani, XIII asırdan itibaren “Türk Türkiye’yi yaptı, Türkiye Türk’ü yaptı” ve aslında öyle bir kolayca işaret edilebilir bir kavmin adı olarak değil. Gene bir karakterin, bir şecaatin adı olarak Türk yaşadı. Yani yaşadığımız toprakların Dar’ül İslâm haline gelmesinde etkin olan, müessir olan unsurlar Türk olarak bilindi. Bu Haçova Meydan Muharebesi’ne kadar böyleydi. Haçova Meydan Muharebesi’nden sonra Türk, Türklüğünü kaybetmek istemeyenlerin adı oldu. Ama bütün bu süreç boyunca şeytanlaşmayı reddeden herkes Türk’tü. Bir yükseliş dönemi yaşanıyor. İstanbul merkez olmak üzere bütün işlerin karara bağlandığı bir devlet yapısı var. Bu yapıya hizmet eden unsurlar aynı zamanda hizmetlerinin karşılığını bol bol alıyorlar. Bu dönem boyunca bir yükselişten bahsediyoruz ama 1571 İnebahtı hezimetinden sonra bir gerileme, bir çöküş dönemi yaşanıyor. Bu ne demek? Şu demek: Bu hâkimiyet altındaki topraklarda yegâne patron İstanbul’dayken Müslim veya gayr-i Müslim herkes çıkarlarının bu merkezden garantiye bağlanacağı fikrindeydi. Ama İnebahtı hezimetinden sonra Türk hâkimiyetinin sona ereceği, batıda yükselen medeniyetin Türklerin hâkim oldukları yerlere de hâkim olacağı inancı birilerinin sahip olduğu inanç haline geldiğinde işler tersine döndü. Yani Osmanlı devlet sınıfları, devletlerinin çökeceği ve topraklarının elden gideceği konusunu veri kabul ettiler. Yani 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti kendi idarecilerinin eliyle yok edildi ama bu çok zaman aldı. Onun için bir yere geldik. Birileri Lozan’la yüz sene kazandı ve bu yüz senenin de miadı doldu. Bundan sonra bir şey yapılabilir mi? Eğer Türk varsa ve o Türk de kalınlaşmayı hedef olarak seçmişse mümkün. Veya bundan sonra bir şey yapılması imkânsız Türk diye bir şey yoksa. Burada Türkiye’yi yok etmek isteyen insanların hoşlanacağı bir tek kelime işitmeyeceksiniz benim ağzımdan yani Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren insanlar benden kendilerinin masum olduklarına dair bir tek kelime işitmeyecekler. Hepsinin hesabını Allah nasip ederse göreceğiz.

Şimdi ne oldu da bu hale düştük? Ve bundan sonra daha kötü durumlar hangi sebepten dolayı bizi bekliyor? Bunu anlamak için Cumhuriyet tarihine bakmamız lazım. Yani Türkiye bir devlet midir? Yoksa bir göz boyamasıyla mı karşı karşıyayız? Türkiye Cumhuriyeti nasıl olsa bu ülkede yaşayan insanların temayülleri ve eğilimleri bu devleti yaşatmaya yetmez mantığı gereğince muvakkaten kurulmuş bir devlettir. Eğer kurulmuşsa. Aslında bir Cumhuriyet “ilan edildi”. Türkiye Cumhuriyeti 6 ay devam ederdi eğer Türk Milleti diye bir millet olmasaydı. Türk Milleti diye bir millet var. Türkiye Cumhuriyeti, ilan edilmesine rağmen, artık tarihten silinmediğine şükreden bir insan topluluğu yaşadı bu ülkede. Şimdi bu insan topluluğu 1960 yılına kadar Türkiye’de bir “Cumhuriyet İdaresi” olduğunu bilmiyordu, 1960 yılına kadar. Türkiye’de Cumhuriyet ilan edildikten 27 Mayıs 1960 sabahı gelinceye kadar Türkiye’ye yabancıların girmesi yasaktı. Bilim heyetleri bile gelemiyorlardı. Diplomatlar mutlak bir şekilde kontrol altındaydı. Yani onların diplomatik dokunulmazlıkları vardı ama hiçbir şekilde Türkiye içinde seyahat edemiyorlardı. Yani etmek istiyorlarsa Türkiye’de yani idarecilerin aldıkları tedbir dolayısıyla ediyorlardı. Her neyse. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra antropologlar, Amerikalı antropologlar hatta Ruth Benedict ekibi -kendisi de geldiği söyleniyor- Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi attılar 60’tan sonra. O zaman biz o antropologlardan öğrendik ki Türkiye’de İstanbul’da padişah olduğunu sanan insanlar yaşıyormuş. Biz o antropologlardan öğrendik. Diğerleri yani İstanbul’da padişah olmadığını bilen insanlar da başka ümitlerle yaşıyorlardı 1960’a kadar. Yani Türkiye devlet olarak ve millet olarak tarihten silinmemek için bazı statüleri sineye çekmek zorunda kalan insanların ayakta tuttukları bir ülke idi. Bu ülke dediğim gibi 27 Mayıs 1960 sabahı gerçeklik alanından kovuldu. Dünya gerçeği hâkim oldu bu ülkeye. Ben 27 Mayıs 1960 sabahı kimya çalışıyordum, o gün sözlüye kalkacaktım Cuma günü, eğer sözlüden iyi bir not alırsam ikmale kalmayacaktım. Fakat kaldım. Çünkü o gün okula gidilmedi. Komşulardan “Radyoyu açın! Radyoyu açın!” diye bağırıyorlardı. Radyodan Alparslan Türkeş’in sesi: “Natoya ve Cento’ya bağlıyız.” Bunu defalarca tekrar ettiler. Nato’ya ve Cento’ya bağlı olarak 27 Mayıs 1960’da “Dinini ver, vatanını al” pazarlığının bozulduğunu öğrendik. Artık böyle bir pazarlık geçerli değildi. Geçerli olan Nato ve Cento idi. O zamandan itibaren birtakım “agony” yaşıyoruz. 1960’tan 2013’e kadar 53 sene.

Nedir bu işin aslı, esası? Biz Türk değilsek bu ülkenin ne manası var? Biz Türk değilsek bu ülkede işimiz ne? Bunu anlamamız lazım. Bundan sonra Türkiye diye bir ülke olmasını istemiyorsak eğer bunu anlamasak da olur. Zaten ayarlanan şey de bundan ibaret. Bugün artık Türk olmama halinde bu toprakların kaderi konuşuluyor ve bu konuda da dediğim gibi ciddi bir mesafe kat edildi. Ben belki bu konuşmayı çok lüzumsuz bir şekilde yapıyorum. Bu konuşmanın bir manası yok, işler olup bitti; sadece sonuç almaya çalışıyorlar. Yaşarsak göreceğiz, yani bu “Gezi Eylemleri” bu sonucun alınmasında çok etkili bir rol oynayacak.

III. Selim’den itibaren Osmanlı Devleti’nin olmaması gibi 27 Mayıs’tan itibaren de Türkiye Cumhuriyeti yok. III. Selim saltanatından itibaren gerçekte, fiiliyatta bir Osmanlı Devleti yok ama görünüşte Osmanlı Devleti’ni yok ettiğin zaman çıkacak problemlerle kimse baş edemeyeceği için göstermelik bir Osmanlı Devleti devam ediyor. Bugün de aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti görünür bir şekilde haritadan silindiği zaman çıkacak problemlerle kimse baş edemeyeceği için, bakanlıklar makanlıklar olmayacak o zaman çünkü o işler halledilemeyeceği için görünürde bir şey devam ediyormuş gibi kabul ediyoruz ya da bu aldanışa rıza gösteriyoruz ama aslında şu anda dünyanın güç merkezleri tarafından, ne bu toprakların geleceği olarak tespit edilmişse, ona uygun şeyler oluyor. Nasıl oluyor? Kim yapıyor bunu? Bildiğim her şeyi söyleyemem. Çünkü bu ancak kafa karıştırır. Onun için böyle teorik bir şeyler söylemem lazım.

Eğer 27 Mayıs 1960 sabahı 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet lağvedildiyse sonra ne oldu? Nasıl oldu da bugünlere geldik ya da niçin bugünlere geldik? Cumhuriyet’in lağvedilmesinden sonra bir Türkiye’nin devamı nasıl mümkün olabilirdi? Türkiye’nin devamı ancak Türkiye’nin dünyada kabul edilen idare biçimlerinden birini benimserse, dünyada geçerli olan yönetim tarzlarından birini benimserse, Türkiye devam edebilirdi. Bu yönetim tarzı ancak sosyalist bir yönetim tarzı olabilirdi. Şartlar bunun için çok müsaitti. Sovyetler Birliği 1960 yılında “kâr unsurunu” ekonomiye dâhil etmişti. Yani 1960’a kadar sosyalist ekonomi hesaplarında kârı göstermeksizin yürüyen bir ekonomik işleyiş yürütüyordu. 1960’ta Kruşçev’in önderliğinde Sovyet ekonomisi “kâr unsurunu” kabul etti ve aynı zamanda “Co-existence in peace / barış içinde bir arada yaşama” prensibi kabul edildi. Yani Sovyetler Birliği kuruluş gayesine aykırı bir prensibi kabul etti. Yani kapitalizm yıkılarak, “dünya ihtilali” gerçekleştirilerek bir Sovyet anavatanı devam edecek değildi. Kapitalizmin yıkılmaması da kabul edilebiliyordu. “Co-existence / bir arada yaşama”. Nasıl? “in peace” “barış içinde” bir arada yaşama. Bu ölçüler içinde Türkiye’nin sosyalist olmasına Batının da itiraz etmeme imkânı vardı. Yani Sovyetler Birliği sosyalizmden vazgeçtikten sonra Türkiye’nin de sosyalist olması batı için büyük bir tehlike arz etmiyordu. Dolayısıyla Türkiye’de eğer sosyalist bir yönetim temin edilebilirse Türkiye’nin ömrünü uzatmak mümkün olabilirdi. Bu gerçekten milli bir hedef olarak benimsendiği takdirde akabinde İslâmi bir muhtevaya da açık bir eğilimdi.

TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAM, “İSLAM DÜZENİ OLMASIN” DİYENLER ELİYLE YÜRÜTÜLDÜ

1965 yılında Türkiye İşçi Partisi seçimlere “Kula kulluk yetsin artık!” sloganıyla girdi. Kula kulluk yetsin artık! Bu Sosyalist bir slogan değil. Bu İslâmi bir slogan! Çünkü “Kula kul olmayacağız, Allah’ın kulu olacağız.” Bu bu demekti. Bu gerçekten Türkiye’de milletin içinde ciddi bir cevap sahası yarattı. Yani insanlar buradan bir hiç ummadıkları bir fayda temin edeceklerini düşünüyorlardı. Bu konuda benim hayatımda halkın bakışını netleştirdiği için iki anekdot önem taşıyor. Birisi şu, biliyorsunuz Türkiye’de komünizm aleyhtarlığı “Karılarınızı elinizden alacaklar, işte komünizm gelirse bir adam evine gediği zaman bakacak ki askıda bir adamın şapkası var ‘Ha bizim karı başkasıyla’ deyip geri dönüp gidecek!” Yani “Komünizm demek bu demek!” diye propaganda yaptılar ve insanlar gerçekten ırz, namus meselesi olarak biliyorlardı komünizmi. İşin iktisadi kısmı hiç söz konusu değildi. İşte Türkiye İşçi Partisi, o seçim başarısını ede ettiği süreç içinde propaganda yaparken Karadeniz’de bir yerde işte Türkiye İşçi Partisi aleyhine propaganda yapan, hangi partiden olursa olsun, birisi “Karılarınızı elinizden alacaklar komünistler gelip” deyince köylü diyor ki: “Bizim karılar tezek kokar diyor, sizin karılar mis kokuyor! Siz kendi karılarınıza sahip çıkın! Bizim karıları kim ne yapacak?” diyor. Bu bir, ikincisi, 1968 yılında Sovyet tankları Prag’a girdikleri zaman Türkiye İşçi Partisi’nin lideri Mehmet Ali Aybar, bunun sosyalizme sığmayacağına dair beyanlarda bulundu ve bu da onun siyasi hayatının bir bakıma, en azından Türkiye İşçi Partisi genel başkanlığının sonu oldu, sonun başlangıcı oldu. İşte bu arada ciddi bir şekilde Aybar aleyhtarlığı doğdu Türkiye’de sosyalistler arasında. Bu Aybar aleyhtarı propagandanın bir parçası olarak birisi köylülere anlatıyor, diyor ki: “İşte bu adam sonunda Marx’ın kapitalini de inkâr etti!” Çünkü Aybar şöyle demişti: “Kitaplar, fotoğraflar gibidir gerçeği yansıtabilirler ama sadece tespit ettikleri gerçeği dolayısıyla. Fotoğraf çekildikten sonra hala onun, o durumda olup olmadığını bilmiyoruz.” Kitaplar da yazıldıktan sonra o gün için doğru olan şeyleri söylemiştir tabi ama ondan sonra olanları o kitapta bulamazsın. İşte adam “Karl Marx’ın kitabını da inkâr ediyor!” diye Aybar aleyhinde propaganda yapınca biri, köylünün biri kalkıp -bu da Doğuda olan bir şey- “Ulan biz buraya Allah’ın kitabını inkâr edip geldik! Senin adam Marx’ın kitabını inkâr etmiş, çok mu?” diyor. Bu iki anekdotu şunun için anlatıyorum yani bu işler böyle doktrinle falan filan olan işler değil. Bunlar halkın hadiseye nasıl baktığı, insanların neden ne bekledikleri ile alakalı şeyler. Bir şekilde Türkiye’nin sosyalist dönüşüm yaşayarak milli varlığını daha üst bir basamağa taşıma tehlikesi fark edildiği zaman Türkiye’de sol içinden çökertildi. Türkiye’de sosyalizmi istemeyen bir sol doğdu. Güya görüşleri de şeydi yani bir Menşevik argümanını öne çıkarıyorlardı. “Türkiye’de sosyalist bir ihtilal mümkün değildir, sosyalist bir devrim mümkün değildir, mili demokratik devrim yapmak zorundayız. İşte Türkiye’de milli bir sermaye var onu yanımıza almalıyız.” Böyle bir şey falan filan. Bu Sovyet devrimi öncesinde Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki tartışmanın kaçıncı dereceden kopyası. Ama Türkiye’de tabi ki istihbarat faaliyetleriyle, Amerikan Komünist Partisi’nin de Türkiye’deki tesiriyle bir şekilde yaygınlaştırıldı. Türkiye’de sosyalist dönüşüm isteyen kadro tasfiye edildi. Onun yerine 27 Mayıs’tan beri batının ve doğunun uzlaşmacı solcuları mekanizmayı harekete geçirir oldular. Onlar devamla sonunda bugün “Akepeli” oldular o solcular. Yani Türkiye’de “Akepe”nin yaptığı şeyleri alkışlayan solcuların hepsi Türkiye’de sosyalizmin gerçekleşmesini engelleyen solculardır. Türkiye sol eliyle sosyalizm tehlikesini bertaraf ettikten sonra bir şekilde de Müslüman görünen insanlar eliyle de İslâm tehlikesini bertaraf etti. Şimdi ikisi arasında çok önemli bir fark var. Türkiye’de sosyalist bir dönüşümü gerçekleştirme tehlikesine karşı harekete geçen insanlarla Türkiye’de İslâmi bir dönüşümü gerçekleştirmeyi imkânsız kılan insanlar arasında önemli farklar var. Birinde “Nasıl olsa olmaz” deyip başlayan bir şey, olma tehlikesi fark edilince yozlaştırıldı. Yani Türkiye’de Türk Milleti’nin Sosyalizm’e itibar etmesine imkân yok diye işe başlandı. Fakat fark edildi ki çok gizli bir damar bunun mümkün olabileceğinin işaretini veriyor. O zaman o damarı kestiler, kan boşa aktı. Ama Türkiye’de İslâmi bir gelecek beklentisi o kadar güçlüydü ki “Bu nasıl olsa olmaz” değil; “Bunu baştan sınırlayalım, kapatalım, çerçeveleyelim, mühürleyelim! Ondan sonra elimizdeki imkânlarla devam ederiz” denildi. Yani Türkiye’de İslâmi hareket diye bilinen şey başında İslâmi bir dönüşümün imkânsızlığı esas alınarak başlatıldı. “Bu millete bir fırsat verirsen mutlaka İslâm’ı seçecektir” ya da “seçmiştir” ve “yaşayacaktır” korkusu peşin olduğu için, Türkiye’de siyasal İslâm, İslâmi bir dönüşümü imkânsız kılacak kadrolarla başlatıldı. Tabii ki bunun sonucunun bugüne gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Ben 1977 yılında gazete yazısı yazmaya başladığım zaman Türkiye’de İslâmi konularda laf üreten insanların tamamen Türkiye’yi devre dışı bırakarak konuştuklarını bilerek hareket ettim. Ve hepsinin dikkatini Türkiye’ye çekmeye çalıştım. Ama bunu başarabilmem imkânsızdı. Dediğim gibi, onlar peşin “angaje” insanlardı. Hepsi Türkiye’den İslâm’ı uzak tutmak üzere faaliyet gösteren insanlardı. Bunda da mutlak başarıya erdiler. Türkiye’de İslâmi bir gelecek bugün düşünülen bir şey değil. Türkiye’de bir şeyin demokratik olup olmadığı konuşuluyor; İslâmi olup olmadığı değil. Yani bunun sonunda, yani böyle pis pis oyunlar yapıyorlar. Kız öğrencilerle erkek öğrenciler aynı evde kalamazmış. Bu, doğrudan doğruya buna itiraz edenlerin ürettiği bir şey! On sene öncesi böyle bir şey yoktu ki! Bunu siz yaptınız! Niye buna karşı çıkıyorsunuz? Yani bundan önce yoktu! Böyle bir şey yoktu. Türkiye’de Cumhuriyet idaresi bilhassa bu konularda çok sıkı tedbirler almıştı. Yani laik bir anlayışı fikri manada kabul ettirebilmek için mazbut ve en azından cinsel ahlak bakımından fire vermeyen insanların bu işin bayraktarlığını yaptığını göstermeye çalışırlardı. Anlatabiliyor muyum? O, sonradan olan şeylerdir. Hangisi? Yani ikisinin beraber olacağını düşünenler ama bizde İslâm düşmanlığı olarak laiklik ortaya çıktığı için her şey tabi iç içe karmakarışık. Çünkü bir Fransız laikse, 1789’dan itibaren laik bir Fransız, üç şeye düşmandır: Kiliseye, tembelliğe ve alkole! Bir laik Fransız üç şeyi düşman bilir: Kilise, tembellik, içki. Yani sıkı bir laik Fransız ağzına alkol sürmez. Çünkü bu çalışmaya engel olan bir şeydir. Onlar tembelliği düşmanlık bilirler, kiliseyi de düşman bilirler. Türkiye’de böyle bir şey yani bizim böyle laiklerimiz yok yani. Geçmiş diye bir şey var mı? Biz insanlık tarihi dediğimiz zaman bir daha dönülmeyecek safhalardan mı bahsediyoruz? Yoksa hepsi bugün yeniden yeşermek üzere bekleyen tohumlardan mı bahsediyoruz? Yarının dünyası dediğimiz şey bugüne kadar yaşanmış olan dünya hayatının muhafaza edilmiş ve fırsat bulduğu zaman canlanacak unsurlarından mı teşekkül ediyor? Yoksa bizim eskiden olmuş bitmiş şeylerle bir alakamız yok mu? Benim bir aforizmam var biliyorsunuz: “Olmamış olmaz, olmuş olmamış olmaz.” Yani bu belki Tevrat’taki bir söze de atıfta bulunan bir söz denebilir yani güneşin altında yeni bir şey yok “Nil novi sub sole” Eğer bir şey olmamışsa olmayacaktır. Olan şeyler oluyor sadece. Ama eğer bir şey olmuşsa onun olduğunu göz ardı ederek hareket etmen imkânsızdır. O yüzden bir şeye dikkat etmemiz lazım. Bu topraklar Dar’ül İslâm olmaktan çıkacak mı, çıkmayacak mı? Ana mesele budur. Şimdi Endülüs 800 sene sürdü, Türk topraklarının da Türk toprakları olması üzerinden 800 sene geçti. Hristiyanlar hesaplarını doğru yaptıklarını düşünüyorlar. “Orada nasıl 800 sene sonunda topraklarımızı geri aldıysak bugün de Türkleri buradan def edip topraklarımızı geri alacağız!” diye düşünüyorlar ve bunun için de hazırlıklarını çok iyi yaptılar. Bütün dünya Hristiyanları Türklerin bu toprakları terk etmelerini bekliyor. Olmamış olmaz, olmuş olmamış olmaz. Şimdi Hristiyanlar hesaplarını bir şeye göre yapıyorlar: zamana göre. Fakat şunu unutuyorlar: Endülüs Emevileri İberik yarımadasına çıktıkları zaman zaten İberik yarımadası yabancı işgali altındaydı. Vizigotlar vardı. Onlar adanın yerlileri değillerdi. Dolayısıyla onlar oraya daha iyi işgalciler olarak geldiler; eski işgalcileri yok eden. Ama Türkiye toprakları doğrudan doğruya bu topraklarda yaşayanlar tarafından İslâmlaştırıldı. Yani Türkiye’ye Türkler istilacı olarak gelmediler. Ama münadi olarak geldiler, yani nida eden, yani çağıran, söyleyen olarak geldiler. Onların nidaları çok kolaylıkla bu topraklarda yaşayan insanlarda karşılık buldu. Şimdi Ankara şehrini ahilerden Osmanlıların silah zoruyla aldıklarını söyledim. Ahiler kimlerdi? Onlar, Orta Asya’dan gelmiş olan insanlar mıydı? Hayır, onlar Orta Asya’dan da değil. Aslında burası Büyük Selçuklular, Anadolu Selçuklular. Burası ilk defa o dönemde İslâm’la tanışıyor değil. Onlar bu topraklarda Müslümanlaşmış insanlardı. Çünkü fityan teşkilatı biliyorsunuz aynı zamanda esnaf teşkilatıdır. Peki bu at sırtındaki adamlar mı zanaatları biliyorlardı? Hayır. Tabii ki bu topraklarda yaşayan insanlar idi bu toprakları Müslümanlaştıran insanlar. Dolayısıyla Türk dediğimiz zaman Türkiye’de doğmuş insanları anlarız. Yani bu topraklara sonradan gelip yerleşmiş insanlar değil. Ermenilerin ve Kürtlerin böyle bir iddiaları vardır. “Biz burada eskiden beri vardık siz geldiniz!” Tabii, Rumlar da bunu zaten söylüyorlar, “3000 senedir bu topraklardayım sen kimsin! Biz bu toprakların insanlarıyız. Siz geldiniz, geldiğiniz gibi de gideceksiniz!” diyorlar. Bu dünya ölçüsünde makbul sayılan bir yaklaşım. Ama bu böyle değildir. Yani Türkiye’nin Türkiyeliği Dar’ül İslâm haline gelmekle, yani bu toprakların yerlilerinin İslâm’ı seçmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bundan 10 sene önce Burdur’da bir iskelet bulundu. DNA’sı, baktılar 5000 sene önceki bir ceset. Bugünkü Burdurluların DNA’sıyla tıpatıp aynı. Yani bütün topraklarımız bizim İslâmlaşmış topraklardır. Buralar “Birkaç delibozuk gelmiş, ‘Müslüman olacaksınız lan!’ diye bağırmış, onlar da ‘peki abi’ demiş…” Öyle bir şey yok! Bu toprakların insanları dünyalarını ve ahiretlerini kazanmak için bu toprakların Dar’ül İslâm olmasını temin etmişlerdir. Bu uzun yıllar böyle kalmıştır.

Bugün sapık görüşlere sahip olmamızın sebebi kapitalizmdir. Kapitalizm yani insanların para mukabili hayatlarını idame ettirmeleri, işlerin sadece tek geçerli değer olarak paranın kabulü suretiyle yürümesi bizi bugüne getirmiştir. Almak istedikleri sonuç da budur. Globalizm dünyanın bütün milletlerinin aynı esaslar doğrultusunda tanzim edilmelerini öngörüyor. Doksanlı yıllarda bu netleşti. Üç esas. Bütün milletleri şekillendiren üç esas: Demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi. Bu üç esas dışında herkes her şey olabilir. Ama o ülkede demokratik bir işleyiş olacak idare tarzı bakımından, insan hakları yürürlükte olacak ve serbest piyasa ekonomisi geçerli olacak. Şimdi bu birçok insana hele sizin gibi doksanlı yıllarda doğmuş olan insanlara bu ne kadar mantıklı geliyor. Hâlbuki bu üçü de asılsız şeylerdir. Demokrasi diye bir şey ancak gelse gelse şu manaya gelir: Aristokrasinin hesaba katılmadığı bir yaşama düzeni. Bu aslında Türkiye Cumhuriyeti ilan edildikten sonra Cumhuriyet Halk Partisi ideolojisinin beğenilmesi için uydurulmuş, yani “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” diyorlardı. Demokrasinin böyle bir şey olması lazım. Sınıf yok, imtiyaz yok ve bütün insanlar birbirlerini benimsiyor. Winston Churchill “Demokrasinin nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız herhangi seçmenle, bu seçmen kim olursa olsun, beş dakika konuşun kâfi!” der. Yani bunun verdiği oyla oluyor bu iş. İnsan hakları denilen şey doğrudan doğruya bir tip insanın özellikleri hesaba katılarak tespit edilmiş bir şeydir. Yani insan hakları bütün insanları ifade eden bir şey değildir. İnsan hakları belli bir insanı esas alır o da Yahudi’dir. Yani insan hakları Yahudi haklarıdır. Bunun literatürde de yeri vardır yani bir Yahudi’nin dünyanın her yerinde rahat yaşaması için gerekli şartlara insan hakları deriz. Serbest piyasa ekonomisi ise tamamen uydurma bir şeydir yani “liberal economy”… Türkçe dediğin zaman serbest zaten “başı bağlı” demek. Bu bizim kullandığımız dil bizi ifade eden bir şeydir. Serbest, ser “kafa”, best de biliyorsunuz “bağlı” demek. Serbet başı bağlı demek. Biz bu toprakları Dar’ül İslâm haline getirirken bazı insanlar serbestti. Yani onların başı bağlıydı, onlar Şeriat’tan sapmazlardı. Onlara serbest diyorduk, onun başı bağlı. Ona karışma o serbest, o zaten Müslüman. Serbest olmayanlar vardı onların başı Şeriata bağlı değildi ama Müslümanlar serbestti. Onun için serbest piyasa ekonomisi dediğimiz zaman tamamen işler karışıyor. Konuşmamı bitirmeden önce şunu söyleyeyim. Serbest piyasa ekonomisi olmaz çünkü Kapitalizm ancak kapitalist işleyişi mümkün kılacak zorla yürüyebilir yani bir polisiye güç olmadığı zaman bir kapitalist mekanizma dönmez. Onun için o laf nerden çıkıyor? “Laissez faire laissez passer…” Fransız Kralı, Fransız iş adamına “Sizin için ne yapabiliriz?” diye sorduğunda o diyor “İşimize karışmayın yeter, yapmamıza müsaade edin, geçmemize müsaade edin.” Bu kadar yani bu lafın yani liberalizmin sloganının doğması şartları bile o liberal ekonomi. Kral “Sizin için ne yapabiliriz?” diyor, o da diyor ki “Bir şey yapmanıza gerek yok, biz başımızın çaresine bakarız. Sadece mani olmayın yeter.” Demek ki resmi otorite her zaman belirleyici. Yani resmi otoritenin elini çekmesini iş adamı kendisi istiyor. İş adamı istediği zaman “Aman gel, şunu benim için zapturapt altına al!” diyecek. Ama şu anda ihtiyacı yok.

Biz Türk’üz çünkü Türkçe konuşuyoruz. Türkçe Kuran-ı Kerim’in bize lütfettiği bir lisandır. Sadece kelime dağarcığı bakımından değil, hem söz dizimi bakımından hem sarf ve nahiv bakımından Türkçe her şeyini Kur’an’dan devşirmiştir. Bunun böyle olduğunu bilenler bizi Kur’an lafzından uzaklaştırmak için arı Türkçe, öz Türkçe gibi dangalakça bir şey çıkarmaya çalışmışlardır. Böylece bizi aklen malul hale getirmişlerdir. Biz aslında bugün Kur’an temelli, Kur’an’ı esas alan bir dil konuşmamakla sabukluyoruz. Yani bir deli saçması bu. “İhtilal” dememek için “devrim” diyorlar. Başka bir Arapça kelimeyi “devr” kelimesini kullanarak Türkçe bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Böyle saçma şey olmaz! Dünyada, böyle kullandığımız kelimelerin hepsi aşağı yukarı böyle. Arapçası var ama Türk hayatına o kadar kenetlenmiş ki sen bunu Arapça değil Türkçe sanıyorsun yani. Toprak diyoruz. “Top” diye bir şey var ama yani oynadığımız top var, atılan top var, falan filan… Patlayan top var, toprak böyle bir şey alakalı değil. Turab; belli yani oradan geliyor, turab. Ama bazıları “torpak” diyor mesela. Siz burada İngilizce okuyorsunuz. “To be” and “to have”… Bu iki fiil İngilizcede “to be”, “to have” ama Fransızca’da “étre” “avoir”, Almanca’da “sein” “haben”. Bu fiiller, bu dillerin işlemesinde merkezdedir. Bunları attığınız zaman hiçbir şey söyleyemezsiniz doğru dürüst. Arapçada bunlar yoktur. Ve Arapçada olmadığı için Türkçede de yoktur. Yani “to be” fiili Türkçede yoktur. Mesela çocuklara hocalar İngilizce öğretmek için söylerler: “I am”. Hoca karşılığını yazar iki çizgi çeker “benim”! “My” hoca iki çizgi çeker “benim!”. Çocuk bir türlü anlayamaz. “I am” hangisi “my” hangisi? Çünkü ikisine de hoca “benim” dedi. Türkçede böyle bir şey yoktur yani Türkçede “to be” fiili yoktur. Arapçada olmadığı için yoktur. Onun için biz Türkçe konuşurken: “Annem hasta” deriz, “Annem hastadır” demeyiz. Onu Türkçeyi sonradan öğrenenler söyler. Anadili Türkçe olmayanların dilinde “to be”, “to have” fiilleri olduğu için onlar sanki Türkçeyi de o varmış gibi, “dırlı, dirli” konuşur. Türkçe elimizden alındığı için millet olarak yok olmaya mahkûmuz. Bize sadeleşme ve arılaşma diye yutturulan şey Türkçenin elimizden alınmasıdır. Türkçe bir Kur’an dilidir. Biz bütün hallerimizi Müslümanlığımıza nispet ederek ifade ederiz. Onun için “kötü” demeyiz “fena” deriz. Yani “kötü” dediğimiz kadar “fena” da deriz. “Fena” hâlbuki Arapçada “kötü” demek değildir. Fena, fanilik demektir. Bizim eğer lisanımızı geri almak gibi bir başarımız olursa milli varlığımızı da ezdirmemek ya da alay konusu ettirmemek gibi bir başarımız da olabilir. Ama bunu başaramazsak yani lisanımızı geri alamazsak, tekrar Türkçe konuşamazsak bunun varacağı nokta bellidir. Dediğim gibi, bu konuda çok külliyetli miktarda bir aş pişirdiler. Bunun ziyafetini belki siz göreceksiniz belki ben göremeyeceğim. Ama ümit ederim ki böyle bir şey olmasın. Türkler bu “incelik”ten vazgeçip Kalın Türk haline gelmeyi becersinler, diye ümit edelim.

Ankara, 21 Kasım 2013

Yorumlar kapatıldı.