İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Medeniyet ve Gelenek – Ebubekir Sifil

-Bismillahirrahmanirrahim

Başlığımız medeniyet ve gelenek. Bu başlık altında yapmaya çalışacağımız şey aslında kendi durduğumuz yerin tespiti kendi kimlik kodlarımıza ilişkin bir takım arayışlar olacak. Çok iddialı cümleler kurmak için daha yolun çok başındayız. Zira biz, gençliğimizde çok medeniyetler kurduk fakat bir mesafe kat edemediğimizi görüyorum. Onun için burada yapmaya çalışacağımız şey, kendi hakikatimize ilişkin mütevazı bir hakikat tespiti arayışı olacak.

Medeniyet nedir, gelenek nedir? Önce bunları açıklığa kavuşturarak başlamakta fayda var. Medeniyet, bir toplumun yerleşik hayata geçtikten sonra kendi inancını, dilini kültürünü, hayat tarzını, yaşayışını, en genel ve kısa anlamıyla “kendi tarzını” oluşturmasıdır. Böyle baktığımızda modern zamanlar öncesinde her havzanın bir medeniyeti vardı. Her inanç havzasının, her kültür havzasının bir medeniyeti vardı ve bunların birbirleriyle ilişkileri vardı. Birbirlerinden birtakım unsurlar alır-verirlerdi. Bir kartopunun yuvarlanarak büyümesi gibi birbirlerinin tecrübesi üzerine bir şeyler bina ederek giderlerdi.

İslâm medeniyeti dediğimiz medeniyete baktığımız zaman, meselâ, Abbasiler döneminde dünyanın belli başlı medeniyet havzalarının dinleri, bilimsel ürünleri büyük paralar sarf edilerek dünya kütüphanelerine elçiler gönderilmiş, büyük paralar sarf edilerek Bağdat’a, devletin başkentine eserler taşınmış ve burada Arapçaya tercüme edilmiştir. Kadim Yunan ve Hint gelenekleri dâhil olmak üzere birçok havzadan ilmi eserler böylelikle Abbasilerin başkenti Bağdat’a taşınmıştır. Hatta o dönemi anlatan kaynaklar bize diyor ki o Beytü’l-Hikme’de devletin bu iş için oluşturduğu bir bölüm vardı. Beytü’l Hikme’de –ki günümüzde üniversiteye karşılık gelmektedir-, her dinden bilim adamı çalışır burada telif eserler yazarlardı. Bilhassa ilme teşvik amacıyla burada çalışan insanların yaptıkları bilimsel üretim, ortaya koydukları bilimsel eserler karşılığında çok muazzam paralar ödendiğini biliyoruz. Hatta mütercimin çevirdiği kitabı terazinin bir kefesine koyup, diğer kefesine dengeleyene kadar altın tozu koyuyorlarmış. Bazı kaynaklarda bahsi geçer, bu sebeple bu dönemde tercüme edilen kitaplar ebat olarak hayli hacimli olurmuş.

İslâm medeniyeti dediğimiz medeniyet diğer medeniyetlerle bu şekilde alışveriş içindeydi.  Hakeza Endülüs’te de kadim Yunan felsefesinin tercüme ve şerh edildiği vakidir. 2 ayrı havzadan söz edebiliriz; Şark İslâm medeniyeti ve Garp İslâm medeniyeti. Yani Endülüs ve Abbasi, Selçuklu, Osmanlı devletleri şark ve garp olmak üzere İslâm Medeniyetinin yekûnunu oluştururlar. Buradaki müktesebat Batıˈya aktarılınca bir süre sonra Batıˈdaki bilimsel hamlenin ateşleyicisi olacak ve bu şekilde bir insanlık tecrübesi olarak, insanlığın ortak mirası olarak da diyebiliriz, nöbetleşe bayrak yarışı gibi bir havzadan öbürüne intikal ettirilecektir. Modern zamanlara gelene kadar yaşadığımız hadise aşağı yukarı böyledir.

Modern zamanlardan itibaren öncesinde ne varsa hepsinin topyekûn kategorize edildiği, tasnif edildiği yeni bir aşama karşımıza çıkacak. Biz bu modernite öncesi döneme topyekûn gelenek diyoruz. Ama galiba çok isabet etmiyoruz. Çünkü burada, sanki “nötr” bir niteleme varmış gibi düşünüyoruz. Aslında bir durum tespiti, bir niteleme yapıyoruz. Fakat bunu nötrmüş gibi, bir vakanın ifadesiymiş gibi takdim ediyoruz. Aslında mesele öyle değil. Modernite dediğimiz hadise medeniyeti, onun ürünlerini, kendi öncesinde bütün zamanlar içinde oluşturmuş bütün tecrübeyi tasnif eden ve hatta mahkûm eden bir anlayışı temsil ediyor. Bu duruma geldiğimizde artık her havzanın her bölgenin kendine mahsus ürettiği birikimi yok, yenilik yok, kendine özgülük yok. Bir küresel durum var. Bu küresel durumu önümüze koyanlar hayatımıza sokanlar neyi nasıl düşünüp algılıyorlarsa medeniyet adına benimsediğimiz, hayatımıza soktuğumuz, kabul ettiğimiz her ne varsa hep bu algıdan ibaret olduğunu gösteriyor. O yüzden belki en başta “gelenek” kavramını sorgulamamızda fayda var. Gelenek derken tam olarak ne görüyor ne kastediyoruz? Böyle bir ikilem var.

Geleneksel-modern ya da geleneksel-çağdaş, yenilikçi-gelenekçi düşünceler gibi ayrımlar var. Bu ayrım üzerinden birçok şeyi konuşuyor, düşünüyoruz. Ancak bu ayrımın kendisi masum bir ayrım mıdır yoksa içinde bir potansiyel mi taşıyor? Bunu irdelememiz gerekiyor. Benim kanaatime göre bu ayrım çok masum bir ayrım değil. En azından bu ifadelendirme çok masum değil. Evet, ortada iki farklı durum var fakat bu iki durumu nasıl ifade edeceğiz? Hangi kavramlarla ifade etmek en doğru olur? Bu konuda doğrusu gerektiği gibi kafa yorulmadığını düşünüyorum. Zira birileri önce gelenek diye bir kavram sundu ve biz bunu kabul ettik. Ancak bu kavram nereden geldi? Yani mesela elli sene evvel gelenek dediğimizde ne anlardık? Örf ve anane anlardık değil mi? Yani düğün geleneği bayram geleneği, misafir karşılama geleneği, ev döşeme geleneği ve benzeri hadiseler. Anane atadan, dededen görerek devam ettiğimiz ve kültürün bir parçasını oluşturan, alt katmanları oluşturan bir alandan söz ediyoruz. İşte gelenek deyince bu anlaşılıyordu. Fakat daha sonra bu kelime akıl almaz biçimde bir anlam genişlemesine uğratıldı. Biz bunu adeta maymuncuk gibi belli bir dönemin öncesi ne varsa hepsini niteleyen bir anlam olarak kullanmaya başladık. Modern zamanlar öncesi denmesi daha isabetli olur. Ben de başından beri böyle ifade etmeye çalıştım; bu ayrımı netleştirmek için.

 Ama “gelenek” kavramının belli bir kültür hadisesi yerine modernite öncesi topyekûn zamanlar yerine kullanılması çok masum değil. Çünkü gelenek ve geleneksel birbirinden ayrılmayan iki kavram ve biz bir şeyi geleneksel olarak ifade ettiğimiz zaman örtülü biçimde zihnimizin arkasında, onun dönemini, miadını doldurduğu, bu güne çok da bir şey ifade etmediğini söylemiş oluyoruz. Böyle bir çağrışım alanı var. Mesela “geleneksel görüş” diye bir görüşü tavsif ettiğimizde bunun mukabili, karşıtı, alternatifi olan görüş “çağdaş görüş” yahut “modern görüş” olarak tavsif ediliyor. Böyle kullanageldiğimiz zaman zihnimizin alt katmanlarında kendiliğinden bir nitelemede bulunmuş oluyoruz. Örneklemelere devam edecek olursak “gelenekselciler” diyoruz, bir de “modernistler” diyoruz. Biri eskiyi savunan yahut yüzü eskiye dönük olan diğeri ise bugüne ait olan, öznel olan, işin merkezinde olan manası ortaya çıkıyor. Hülâsa, bu kavramsallaştırma zımnen “geleneksel olan”ın bugüne, bugünün meselelerine dair söyleyecek bir şeyi olmadığını ifade ederken, bunun zıddı olarak “modern olan”ın bugünün ruhu, andaki sorunların çözümü olarak telakki ediyor. Böyle bir çağrışım alanı var.

Kabul edelim ki bu kavrama bu çağrışım alanını biz yüklemedik. Bu bir yerlerden bize tercüme olarak geldi. Nereden geldi tercüme olarak; mesela İslâmî ilimlerle ilgilenen birisi olarak ben, “Sünnet” kavramının yerine “gelenek” kavramının kullanıldığını tespit edebiliyorum. “Peygamber geleneği…”, “İslâm geleneği…” konu başlığı altında yapılan bir sürü çalışma var. Tasavvuf geleneğinde tekkeler, zikir, rabıta gibi başlıklarla yapılan çalışmalar var. Yani bir gelenek vurgusu var.

Snouck Hurgronje isminde Hollandalı bir müsteşrik var. Endonezya, Hollanda’nın sömürgesi iken orada diplomatik bir görevde bulunmuş bir İslâmolog. Bir hac mevsiminde kıyafet ve isim değiştirerek Hicazˈa gidiyor. Orada Müslümanları gözlemiş ve bu gözlemlerini batılı meslektaşlarına mektuplar yazarak aktarmış. Söylediği şu: “Biz bugüne kadar çalışmalarımızı hep Kurˈan üzerinde yoğunlaştırdık.” Bu iş için müesseseler kurmuşlar Batıˈda, Kurˈan tetkikleri yapan ve mesela mevcut “İnciller” arasındaki farklılıklar veya “Tevratlar” arasındaki farklılıklar gibi “Kur’anlar” arasında da farklılıklar tespit edecekler belki. Kurˈan’ın tarihselliğini ispat edecekler, on binlerce yazma Kurˈan metni toplamışlar, Mushaflar toplamışlar ve kırk-elli yıla varan çalışmalar yapmışlar. Mushafları teke tek, kelime kelime, satır satır karşılaştırmışlar. Fakat aralarında yazım hataları haricinde ve işin erbabının bildiği kıraat farklılıkları dışında bir tek farklılık bulamamışlar. Hurgronje bundan dem vuruyor ve diyor ki “Biz bugüne kadar çalışmalarımızı Kurˈan üzerinde yoğunlaştırdık. Galiba boşa kürek çekiyoruz. Ben Hac sezonu boyunca burada Müslümanları gözlüyorum. Biri Endonezya’dan biri Fas’tan iki tane Müslüman sokakta karşılaşıyor. Dilleri, kültürleri farklı fakat birbirlerini selamlarken hep aynı şeyleri söylüyorlar. Fakat bu hiç değişmiyor; hep aynı. Yemeğe başlarken hep aynı kelimeyi söylüyorlar ve hep sağ elleriyle yemeye özen gösteriyorlar. İbadethanelerine hep sağ ayaklarıyla girmeye dikkat ediyorlar. Çıkarken sol ayaklarıyla çıkmaya dikkat ediyorlar. Fakat bunların hiçbirisi Kurˈanˈda yazmıyor. Burada yaşayan, canlı bir hayat var. Bu hayata anlamını-ruhunu veren bir şey var ve bu Kurˈan değil benim tespitime göre bu, onların peygamberinin geleneğidir.” mealinde bir şeyler söylüyor. “Tradition of the prophet: Peygamberin geleneği” ifadesini kullanıyor. Hristiyanların kafasında bizdeki gibi eylemleri fiiller sözleri bağlayıcı olan bir peygamber imajı yok. İsa (a.s) biliyorsunuz, onlara göre peygamber değil. O peygamber olmayınca ondan sadır olan bir din kaynağı olarak “Sünnet” de yok. Bizim peygamberimizden kalan yazı, söz, ne varsa bu adam ona “Gelenek” diye hitap ediyor ve bu tarihten itibaren bilhassa “Sünnet” alanına ilişkin her ne varsa çalışmalar başlıyor ve hep “Gelenek“ kelimesi kullanılıyor. Yani İslâm’ın ruhunu, aslını teşkil eden anlayışın müsebbibinin Sünnet olduğu müsteşrikler tarafından tespit ediliyor. Sünnet kavramının yerine gelenek kavramı ikame ediliyor ve bu giderek diğer ilim dallarına da sıçradı. Mesela “Tefsir geleneği” diye bir şeyden bahseder olduk. “Tefsir ekolleri” diye bir şeyden bahseder olduk. Bu sadece ilim dallarıyla sınırlı kalmadı hayata yansıdı. Hayatı da biz bu şekilde kategorize etmeye başladık. “Geleneksel sitil” diye bir şey çıktı mimari ve sanatta. Bu kullanım bize ait değil. Kendi dünyamızdan kaynaklanan, kendi kavramlarımızla ifadelendirilen bir şey değil bu, tamamen ithal bir şeydir.

İnsanlar kavramlarla düşünürler. Hatta kavramlar sadece düşünceyi değil inancı da etkiler; ve hatta belirler. Onun için herhangi bir kelimenin kavramlaşması sürecine çok dikkat edilmesi gerekir. Çok hassas olmak gerekiyor. Kelimeler, kavramlaşırken beraberinde bir anlam dünyası oluşturuyorlar. O anlam dünyası, çok sorgulanmazsa, hesaba çekilmezse, bir süre sonra bizim bilincimizi, bilinçaltımızı oluşturmaya başlıyor. Gelenek dediğimiz şey de giderek bir kavram olmaya başladı ve kendi anlam dünyasını, çağrışım alanını da zihnimize taşımaya başladı. Örneğin, Araplar bu iki kelimeye, yani “Modernite” ve “gelenek” kavramlarına çok orijinal ve calibi dikkat iki kavramla mukabele etmişler. “Gelenek” olarak ifade ettiğimiz şeye Araplar “el-esaleh” demişler. Bizim dilimize de “Asalet” diye yer bulmuş kelimenin kökü. “Asalet” hem asıl olanı anlatıyor, hem de asil olanı.  Bir şeyde hem asıllık hem asillik varsa onda asalet vardır. “Gelenek” kelimesine böyle bir karşılık bulmuşlar ve yani kavramın dönemini doldurmuş, miadı geçmiş, bugüne direnmeye çalışan ama çok da bir şey söylemeyen hal çağrışımı gidiyor, onun yerine asıl olan ve asil olan geliyor. Diğer kavram ise, -biz modern, modernite, çağdaş kelimelerini kullanıyoruz ifade etmek için- Araplar ona da “el-Hadâse” diyor. “el-Hadâse” ( الحداثة) ne demek? Şimdi birisinde asalet oturuyor, öbürü eğreti duran arızi bir şey haline dönüşüyor. Dil konusunda özellikle üzerinden çok operasyonlar yapılmış, işler kotarılmış bir millet olarak dilin önemini, kavramların önemini gereği gibi idrak edemiyoruz. Günümüzden elli sene önce yazılmış kitapları okuyamıyoruz. Sadeleştirilmeden, latinize edilmeden anlayamıyoruz. Bir millet düşünün, elli sene öncesiyle irtibatı yok. Bugünün İngiliz’i, Sheakspeare’i okuyor anlıyor. Ama biz, bizden 50 sene önce yazılmış Elmalılı Hamdi Yazır’ı anlayamıyoruz. Böyle bir vasatta bir medeniyet konuşuyoruz.

Medeniyet, kök demektir. Köksüz bir yapının medeniyete dönüşmesi, hatta medeniyet konuşması eşyanın tabiatına aykırıdır. Baştan söyledik; medeniyet, tecrübelerin birbiri üstüne katlanarak süreç içinde devam ettirilmesiyle oluşan bir şeydir. O medeniyetin alt birimlerini oluşturan, kültürlerimiz ve onların birleşiminden oluşan yeni bir milli kültürümüz yok. Mutfağımız, damak tadımız, yaşam tarzımız, kavramlarımız, dünyaya bakışımız, inanca bakışımız, tarihe bakışımız buralarda enikonu bir yabancılaşmaya ulaşıyoruz. Hayatı kendimiz gibi yaşama imkân ve iradesinden yoksunuz. Kendimiz gibi yaşayamıyoruz. Tabii ki böyle bir ortamda özellikle böyle bir genç kuşağın medeniyet kavramını önemsemesi, bunun ardına düşmesi, bunu önemsemesi, izini sürmesi gerekli bir şey. Ama şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım arkadaşlar; medeniyet dediğimiz şey bir masanın başında bir ekibin oturup, bir şeyler yazıp çizip, bir şeyler tasarlayıp kotarmasıyla olmuyor. Dışarıda yaşanan bir hayat var, dışarıda yaşanan hayatla benim kafamın içinde deveran eden hayat birbirini itiyorsa, benim burada medeniyet adına konuşmamın sokak bakımından hiçbir anlamı yok. Dışarıda yaşanan hayata rağmen, bunları konuşmak gibi bir durumumuz var.

Bir kere şunu bir temel tespit olarak kalın harflerle yazalım ki yapacağımız çok fazla iş var. İşe kendi geçmişimizi keşifle başlayacağız. Bir kere bu başlı başına bir iştir. Çünkü bu konuda kendi yolumuzu kendimiz açmak zorundayız. Fuat Sezgin Hoca, İslâm’da Bilim ve Teknik’i yazdı, 5 cilt halinde. Bakıyoruz, okuyoruz, gayret ediyoruz ve dehşete düşüyor, ibret alıyoruz. “Bunlar gerçek mi?”, “Bunlar olmuş mu hakikaten?” diye soruyoruz. Bizim için uzak bir ülkeden bahsediyor yazılanlar. Çünkü yaşadığımız hayat o kadar baskılamış ki düşüncemizi. Ahmet Davutoğlu hoca, dışişleri bakanımız (artık Başbakanımız), Malezya’da uzun yıllar hocalık yapıyor. Bir sempozyumda anlatmıştı. Medeniyet tarihi dersi vermiş. Öğrenci kitlesi Malay, Çin, Pakistan, Arap, Uzakdoğu ağırlıklı bir grup var. Fakat medeniyet tarihi kaynakları dünyanın bu kısmından hiç bahsetmiyor. Yani medeniyet münhasıran Yunan’da doğmuş, Batıˈda gelişmiş, Avrupa’da bilmem nereye gitmiş. Uzakdoğu’dan ve diğer coğrafyaların kahir ekseriyetinden hiç bahsedilmemiş. Endonezya, Malezya yok. Uzakdoğu denen bu coğrafya yok ve bu öğrencilere Medeniyet tarihi dersi olarak Avrupa tarihi anlatılacak. Ahmet Davutoğlu Hoca kendisi bir medeniyet tarihi notları (Oryantalizm Sempozyumunda sunduğu tebliğ) yazmak zorunda kalmış. Bizde de medeniyet tarihi adına, işte Fuat Sezgin hoca gibi tek tük insanlar ortaya çıkıp önümüze kandiller yakmasaydı biz de aynı ezberi tekrar edip duracaktık. Bu coğrafyada hiçbir şey olmamış, medeniyet adına kayda değer hiçbir şey yok. Kadim Yunan’da gelişmiş Roma’ya gitmiş oradan buraya gelmiş bir şeyden bahsedecektik.

Bizim bir sıkıntımız daha var. Mevcut durumla bir Japon çok sıkıntıya düşmeden uyum içinde yaşayabilir. Hatta görüyoruz bir Çinli de bunu yapabiliyor. Bir Hintli de bunu yapabiliyor. Ama biz bu hâlihazır durumu hayatımıza sokan o kodlarla böyle bir genetik uyuşmazlık yaşıyoruz.

Belki de işin en çarpıcı kısmını Max Weber tespit etmiş. Demiş ki Max Weber: “Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz.” Kapitalistleşmenin bir yolu var o da Protestanlaşmaktır. Protestanlaşacaksınız ki kapitalist olasınız. Kapitalistleşmeden de demokratikleşemezsiniz. Kapitalizme geçeceksiniz. Bu bir aşamadır ki oradan demokrasiye geçesiniz. Şimdi soru şu: “Doğu toplumlarında bu demokratik pratikler niye oturmuyor?”. Bizi Allah onlardan geri mi yarattı acaba? Haşa! Bu adamlar demokrasiyi içselleştirmişler. Fakat bizim bu coğrafyada demokrasi oturmuyor, yerleşmiyor benimseyemiyoruz. Bu halin protestanlaşma ile arasında nasıl bir ilişki olabilir. Bunu anlayabilmek için Batıˈnın geçirdiği sosyokültürel ve tarihsel süreçlere bakmamız gerekir. Korkunç bir kilise baskısı, Kilise hegemonyası hayatın her alanını kuşatmış işgal etmiş. Katolik kilisesi, prensler atıyor, krallar indiriyor, savaşlar açıyor, toprak dağıtıyor, aforoz ediyor.

15. asra geldiğimizde artık bu baskılar zirveye ulaşıyor. Protestanlık dediğimiz başkaldırı toplumsal, dinî, insanî bir çığlık halinde kendisini ortaya koyuyor. Protestanlık münhasıran Katolik Kilisesiˈnin oluşturduğu bir baskıya bir isyandır. Dini tekelinde tutuyor. Ekonomiyi, yönetimi tekelinde tutuyor. Protestanlık onun bu tekelci anlayışına din merkezli bir isyan olarak karşımıza çıkıyor. Katolisizmin din alanında ki tekelini kırıyor. Bu Protestanlık dediğimiz hareket aslında cinin şişeden çıktığı andır. Bu cin, bu şişeden çıkınca arkasından aydınlanma gelecek; bu kaçınılmaz. Aydınlanma gelince bu sadece kiliseye bir başkaldırı olmayacak. Protestanlığın kendisine de bir başkaldırı olacak, onu da devreden çıkaracak. Bütünüyle din, bütünüyle insanı aşkın olan, kutsal olan ne varsa öylece dışarıya atıyor. Bu olduğu zaman kapitalistleşme aşaması dediğimiz aşama meydana gelecek. Weber bunun Hristiyan bilincinde oluşan bir hal olduğunu anlatıyor. Diyor ki; “Protestan için makbûl Hristiyan böyle eskisi gibi, Katoliklikte olduğu gibi parası çok olan, kiliseye ödeyen, en iyisini papaz efendi bilir,  Katolik Kilisesi bilir diyen makbul Hristiyan değil, artık makbûl Hristiyan çok çalışan, çok üreten, çok rekabet eden insandır. Cennete gitmek mi istiyorsunuz? Tanrının sizi sevmesini mi istiyorsunuz? Öyleyse çok çalışacaksınız, çok üreteceksiniz, rekabet edeceksiniz.” Protestan ahlâkı budur. Hristiyan böyle çok çalışıp çok rekabet eden adama dönüşünce bunun arkasından tabii ki kapitalist adam gelecek. Kapitalist adam hayatın her alanını kendi istediği gibi düzenlemek zorunda olan adamdır. Eğer çok üretiyorsanız bunun tüketileceği mekanizmayı da oluşturmak zorundasınız. O zaman sadece kendi yerel bulunduğunuz yerdeki insanların tüketimine ülkenizdeki insanların tüketimine hitap etmeniz yetmez. Daha başka alanlar açılmak zorundasınız. İhtiyaç oluşturmak zorundasınız. Dolayısıyla her ülkede her coğrafyada serbestçe dolaşmak zorundasınız. Önünüzde engel olmayacak, girişim hürriyeti olacak. Tabii ki bunun daha başka siyasi sosyal psikolojik beşeri unsurları boyutları var ama şu anda bulunduğumuz dünyada mevcut durumu “gelenek” adına sorgulayacak olursak, öyle bir iradeyi kendimizde bulursak o zaman meseleyi doğru teşhis etmek doğru tanımlamak zorundayız.

Bugünkü mevcut durumu var kılan, mümkün kılan arka planda böyle kocaman bir hakikat var. Bu hakikat bizim tecrübemizle örtüşmüyor. Bizim tecrübemiz bize başka şeyler söylüyor. Başka bir yerden geliyor. Bugün için bizi bekleyen en büyük engel mevcut durumla eklektik bir yapı arz edebileceğimiz şeklindeki tespitlerdir. En büyük engelimiz bu. Fethullah Gülen’in geçenlerde medyaya yansıyan bir röportajı vardı, bir gazeteciyle bir mülakat yapmış. Diyor ki “İslâm, modernizmle çatışmaz. Çünkü ortak değerleri çok fazla. İnsan haklarına, temel özgürlüklere, kadın haklarına vurgu yapar.” Yani dolayısıyla modernitenin ana unsurları bunlardır ve İslâm bu konulara vurgu yaptığı için modernite ile çatışmaz. İşte bizim için en tehlikeli olan bakış açısı budur. Kendimizi kendimiz olarak ifade etme iradesini kendi irademizle elimizden bırakıyoruz. “Evet, siz ne istiyorsanız biz de onu istiyoruz aslında.” diyoruz. Böyle bir psikoloji ile biz medeniyet adına dünyaya, insanlığa ne verebiliriz ki? İşin aslı buysa zaten bizden önce birileri bunu yapmış. Bizim buna orijinal bir katkıda bulunmamız söz konusu olmaz.

O zaman geriye dönüp kendi tarihimizi kendi tecrübemizi korkmadan ve komplekse kapılmadan incelememiz ve bugüne aktarmamız gerekir. Bugünün baskın bir hali var. Belki modernitenin en baskın özelliklerinden biri de bu; modernite kendini mutlaklaştırıyor. Öncesi dönemleri mahkûm ediyor ve en tepede ben varım diyor. Bu işin merkezinde ben varım. Amerika’da Francis Fukuyama “Tarihin sonu” isimli bir makale yayınlıyor. Bu adam ne diyor acaba? “Tarih bitti ne demek?” diye işin üstüne eğilen birkaç kişi buna mukabelede bulundular ama çok da dikkatimizi çekmedi. Tarihin sonu ne demek? Biz Darwin adını duyduğumuz zaman refleks bir tepki gösteriyoruz. Fakat bu tarih bitti diyen adamla insanlığın atası maymundur diyen adam arasında aslında çok fark yok. İkisi de aslında aynı şeyi söylüyor; biri bunun biyolojik versiyonunu söylüyor, diğeri bunun sosyal hayattaki, sosyolojideki versiyonunu söylüyor. Her ikisi de ilerlemeci tarih anlayışına sahip. İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru, az gelişmişten çok gelişmişe doğru yükselen lineer bir seyir izliyor iddiasında bulunuyorlar. Peki, bu nereye kadar gider? Fukuyama’nın “Şu anda biyolojik olarak en ileri insan formuna kadar gelindi, insanda tarih bitmiştir, sosyolojide de bunun geldiği nokta Batılı insandır, Amerikalıdır ve artık tarih bitmiştir ve gelişme adına kaydedilebilecek başka bir mesafe yoktur.” iddiası var. Yani “Biz zirvedeyiz gelinebilecek en son nokta burasıdır ve bundan sonra tarih artık dikey değil yataydır.” diyor.

Şimdi biz de bu anlayışı günlük hayatımızda pek ala kabul ettik. Hayatın en tabii, en zaruri gerçeklerinden biri olarak kabul ettik. İslâm dünyasından bu ilerlemeci tarih ve ilerlemeci varlık anlayışına karşı bir alternatif, işin aslını özünü yansıtan güçlü bir ses üretilmedikçe biz mevcut duruma müktesebatımız ölçüsünde bir mukabelede bulunmuş olmayacağız. Yani “batılı değerler gerçekten kati, evrensel, mutlak mıdır?”, “ İnsanoğlu hakikaten buradan oraya gidiyor mu? Gitmek zorunda mı?”, “Bu kadar çok üretmek ve tüketmek zorunda mıyız?” sorularını kendimizce cevaplamadan bu iddiaya karşı durmamız hem entelektüel, hem hayati olarak mümkün değil. Bu düşünceyi daha iyi kavramak ve örneklendirmek adına şu anda dünyaya hâkim olan ekonomik sektörlere ve tüketim mallarına bakın. Aslında bunların hiçbiri zaruri değil. İnsanoğlu 1000 yıllar boyunca bunlar olmadan yaşadı. Kola içmeden, hamburger yemeden yaşadık hepimiz. Şimdi bunlarsız bir hayat düşünemiyoruz. Ben de bilgisayarımı yani artık hafızamı yanımda taşıyorum. Peki, buna irade koyabilecek miyiz? Gerçek anlamda “insani bir medeniyet” bizi zihnen zorlayan sorularla ve cevaplarla iştigal anlamına geliyor. Mevcut medeniyet; ekolojik dengenin bozulması, ozon tabakasındaki deliğin büyümesi, tabiattaki pek çok canlı türünün hızla yok olmasını da beraberinde getiriyor. Bu medeniyetse hepimiz bu günahın ortağıyız. Peki, biz Müslümanlar olarak buna diyecek bir şeyimiz olmayacak mı?

İslâm medeniyeti teknoloji kullanmadı. İslâm âlemi, Mısır’ı fethettiği zaman, Müslüman bilim adamları Nil Nehri yılın belli zamanlarında ne kadar taşıyor onu ölçen bir alet yapmışlar. Yahut rasat aletleri yapmış. Tıpa ilişkin önemli adımlar atılmış. Ama bu tekniklerin hiçbirisini “loji” haline getirmemiş. Bunların hepsi tabiatın insanla, insanın insanla çatışmadığı dünyada, fıtri bir dünyada yaşamanın imkânlarıymış. Ama şimdi gelinen noktada medeniyet denince biz bir vahşeti anlıyoruz. Tabiatı vahşi bir şekilde tahrip ediyoruz, babamızın mülküymüş gibi. Hayvanları vahşi bir şekilde öldürüyoruz ve hatta insanları öldürüyoruz. Öldürme derken kitlesel savaşlardan bahsetmiyorum bile. Az gelişmiş dünyadaki insanlar üzerinde yapılan deneylerden bahsediyorum. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Arkasında gerçekten çok büyük küresel çapta cürümler var, günahlar, bedeller var.

Batı bugün geldiği noktada insanlığın görüp görebileceği en büyük iki küresel vebalin altına girmiştir; biri sömürge diğeri köleleştirme. Türkçede bu konuda yeterli kitap var mıdır? Varsa sömürge tarihi ve sömürgecilik uygulamalarıyla ilgili Türkçe’de ne kadar kitap var? Köleleştirme uygulamalarıyla ilgili ne kadar kitap var? Bunlar insanlığın görüp görebileceği en büyük iki felakettir. İngilizler Hindistan’ın Bengal (Bangladeş) bölgelerini işgal ettiğinde oradaki dokuma tezgahlarında üretim yapıp ihtiyaçlarını karşılayan ustaların parmaklarını kesmişler. Böyle bir vahşeti tarih yazmadı.

Köleleştirme olgusu insanı kendisinden utandırıyor. İnsana reva görülen bu muameleyi insanî sayabilir miyiz? Batının bu gün gelinen noktada etkisi ve katkısı çok büyük ve bunları konuşmak gerekiyor. Dolayısıyla bugünün dünyasına fıtri, tabii bir şey söyleyeceksek bu güne kadar gelen şekilde olmaması lazımdır. Bu mevcut olan duruma ilişkin gerçekçi tespitler yapmamız lazım. Biz bu cürmün ortağı olmamalıyız. İnsanlık, birçoğumuza aykırı gelebilir, varsın elektriksiz yaşasın ama bir yere atom bombası atılıp da orada kitlesel ölümlere sebep olunmasın. Mevcut medeniyet kendisini bu güce borçludur. Mevcut medeniyet kendi denetimi dışında herhangi bir alana tahammül edemiyor. “Her yer benim denetimim altında olmalı, benim hâkimiyetimde olmalı.” diyor. Bu adamlar durup dururken bizim bilgisayarlarımıza Windows diye işletim sistemi, bedava internet sağlamıyorlar. Dünyada mevcut dolaşımda olan bilginin %75’ini denetliyor. Kendi denetimi dışında hiçbir alan bırakmıyor. Bu insani bir şey değil. Dolayısıyla biz ve o temsil ettiğimiz değerler -ki adına gelenek deniyor ve ben ona itiraz ediyorum- hayatın tabii şekli. Mevcut medeniyetin tahrip ettiği ve bizim buna göz yumduğumuz ölçüde o kendini devam ettiriyor.

Koymamız gereken irade, başta bu mevcut durumu var ve mümkün kılan temel parametrelere yönelik olmalı. Dünyanın hiçbir yerinde artık yerellik yok. Genelde Anadolu’nun bir yerinden kalkıp şehir merkezine yahut İstanbul’a giden adam sıla özlemiyle yaşar. Gurbet diye bir şey var. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun” diyor türküde, Bu nedir? Bu dünyayı kendi değerlerimiz ekseninde algılama ve yaşama tarzıdır. Şimdi dünyanın neresine giderseniz gidin insanlar aynı kıyafeti giyiyor, aynı şekilde yaşıyor, aynı şekilde besleniyor, aynı dili konuşuyor. Böyle bir küresellik var. Bu yanlış bir şey arkadaşlar. Hiç kimsenin kendine ait kendine özgü bir hususiyeti bir dünyası kalmamış. Evlerimizin içi bile denetleniyor. Sokaklarımız, şehirlerimiz, hayatı yaşama biçimimiz hiçbiri bize ait değil. Böyle bir dünyada geleneği konuşmak, geleneği anlatmak, anlamak ihya etmek -baştan da söyledim- zorun da zorudur. Zihnimizdeki birçok alışkanlığı tartışmak hatta zihnimizde profan kutsallar olarak sokulmuş kavramları konuşmak, tartışmak zor bir iş. Bunların birçoğunu bugün açma imkânımız yok. Ama en başta bunu bizim kendi zihin dünyamızda yapmamız gerekiyor. Kendi zihin dünyamızda kendi öz aidiyetlerimizi keşif derdimizin olması gerekiyor. Bunu yapmak için de “o” dünyayı “bu” dünyaya taşımamız lazım. Bu dünyanın dilini üslubunu kavramamız lazım. İşimiz çok ve zor.

 Bizim ulemamızın Osmanlıˈda ve öncesinde yazdığı kitaplara bakarsanız kitapların içindekiler kısmı yoktur. Konu indeksi, şahıs indeksi gibi indeksler de yoktur. Yani kitabın içine girebilmek için çok zahmet çekmeyi göze almak lazım. Kitabın içinde ne olduğunu bilmek için baştan sona okumak gerekiyor. Kitap bizim dünyamızda ve medeniyetimizde böyle bir şey. İlgilisine hitap edecek ve baştan sona okunacak şekilde yazılıyor. Diğer türlüsü malumatfuruşluk oluyor. Kütüphanelerimize gittiğimizde, özellikle yazma eserler kütüphanelerine gittiğimizde tamamen boş olmasa da gençlerin orada olmadığını görüyoruz. Çünkü ait olduğumuz dünyanın dilini bilen insan sayısı az. Artık yazma metin okuyabilen insan sayısı neredeyse yok seviyesinde. Oysa bizim dünyamız bu metinlerde. Yazma metinlerin dünyasına giremeyince bizim medeniyetimizden söz etmemiz olanaksız. Bu metinlerin dünyasına girmemiz lazım. Bu metinlerin dünyasına girecek kadrolara sahip olmamız lazım ki ne var ne yok bilelim. Kaç tane Fuat Sezgin’imiz var? Cevap: “Hiç yok.” Kısaca, çok özet halinde durum bu.

Elbette niyetim sizleri umutsuzluğa düşürmek değil. Madem varız ve madem konuşuyoruz demek ki hala umut var. Bir devlet politikası olarak bugün ilmi çalışma yapan insanlar için terazinin bir kefesine çalışmayı koyup diğer kefesine altın tozu koymak gibi değer veren bir devlet yok. İlmi çalışma yapmanın çok kıymeti de yok. Ben hep oturup düşünüyorum. Yani bilimsel çalışmayı bir devletin her alanın önünde tutması lazım, çünkü bilimsel çalışma geleceğimizdir. Ama bugünün Türkiye’sinde -evet bir kıpırdanış, bir gelişme var- bu alanda birilerinin sizi teşvik etmesi, finanse etmesi sizi cesaretlendirmesini beklemeden kendi imkânlarınızla kendi kabiliyetinizle ve gayretinizle bunu yapmanız gerekiyor. Hiçbir zaman hazır kalıplar üzerinden düşünüp, hazır kalıplar üzerinden fikir üretmenin handikabına düşmeden, her şeyi muhakeme ederek, bu cesareti bu birikimi kendisinde gören insanların karşısına konulup, önüne dikilen her meseleyi, her değeri muhakeme ederek ama ayağı sağlam yere basarak, ayağını kendi aidiyet dünyasının zeminine basmak kaydıyla yeni neslin böyle bir cesaret böyle bir irade göstermesi lazım. Zira bizim önümüze bunları koyanlar bugün böyle bir şey yapıyorlar. Biz onların ürettiği, onların önümüze koyduğu durumu yaşıyoruz. Dolayısıyla buna mukabelede ancak böyle bir iradeyle olur.

Soru: Şu anda dünya çapında giyim kuşamda, düşünme tarzında hep benzerlikten söz edip, bir yandan da konuşmanın başında Hacc’da tüm insanların benzer bir şekilde giyindiğinden bahsettik. Bu minvalde İslâm da aslında küreselleşmenin ilk örnekleri arasında yer almaz mı?

Cevap: Hayır. Kesin bir dille hayır. Müslümanların tarihte takip ettikleri çok önemli bir politika var. Hazreti Peygamber döneminden itibaren her gittikleri yerde farklı dinlerden ve kültürlerden insanlar topluluklar oluyor. Onlarla bir anlaşma imzalıyorlar. Bunlara İslâm hukukunda Şurut-u Ömeriyye? deniyor. Hz. Ömer oluşturmuş bu kanunları. O insanlara diyorlar ki: “İlk şart bize benzemeyeceksin. Kendiniz gibi yaşayın. Ne kıyafetinizde, ne yaşayışınızda, ne inancınızda, ne dilinizde. Hatta çocuklarınıza bizim çocuklarımızın adını koymayın. Çocuklarınıza Kurˈan öğretmeyin.” Böyle şartlar var. Şurut-u Ömeriyye çok meşhur bir şeydir. Yani İslâm, gittiği yerde benim gibi yaşayacaksın, asimile olacaksın iddiasında bulunmuyor. Kendin gibi ol, kendin gibi yaşa, bana benzeme. Müslümanın Müslümana benzemesi hususu kaynak aynı olunca tabii bir benzerlik oluyor. Fakat gayrimüslümlere yönelik politika budur. Özetle “Bize benzemeyin kendiniz gibi yaşayın. “ denmiştir.

Soru: “Hocam modernite ile ilgili sorgulamaları aydınlanma sonrası dönemde ortaya çıkan “modern” kavramının tüm dünyaya olan etkilerini sorgulayan post-modernizm diye bir akım var. Marksist gelenekten türemiş kimseler -bunların ortak özelliği Yahudi olmaları- onların metotlarıyla moderniteyi sorgularken, insan Müslüman olarak bunları bizim söylememiz, en azından bizim “de” söylememiz gerekiyor diyoruz ama post-modernizmi, modernizme karşı bir düstur olarak benimseyip izlememiz de sakıncalı bir yol olur mu ve mesela Frankfurt Okulu kurucusu (Theodor W.) Adorno, Horkeimer gibi düşünürler var. Bunlara olan duruşumuz nasıl olmalıdır? “

Cevap: Teşekkür ederim. Bir kere post-modernizm dediğimiz şey yeknesak bir şey değil. Nietzsche’deki post-modernizm ile Freud’daki ya da Marx’taki post-modernizm bir değil. Ya da Alman romantiklerindeki Post-modernizm bir değil. Kendi buldukları yerden moderniteye ürettikleri tenkitlerle ortaya çıkıyorlar. Ortak noktaları tabii ki vardır ama bu ortak noktalardan hareketle bunu yeknesak bir yapı olarak düşünmemek gerekir. Biz modernite eleştirisi yaparken bunların söylediklerinden istifade edebiliriz ancak eklektizme düşmeden. “Onlar öyle söyledi dolayısıyla biz haklıyız.” gibi bir cümleyi kurmayacağız. “Bakın biz haklıyız nitekim bunlar da aynısını söylüyor.” demek gerekiyor. Ve işin esası özü de şu moderniteyi de, post moderniteyi de biz Müslüman zihin yapısıyla, algısıyla, tasavvuruyla değerlendirip insanlığın önüne koyacağız. Aslolan budur. Modernite köküyle lanetli bir şey değil. Onun da iyi tarafları şüphesiz var. Ancak totalde neticede ortaya koyduğu hasılat, insanlığı getirdiği noktaya baktığımızda çok insanî değil. Dolayısıyla biz öncelikle kendi durduğumuz noktada ve kendi değerlerimizi merkeze alarak modernizm ve post modernizm değerlendirmesi yapmak zorundayız. Bizden olmayanlardan dediğim gibi istifade etmeliyiz.

Soru: Geçtiğimiz yüzyılda dünyada moderniteye karşı duran isimlere bakacak olursak, mesela Seyyid Kutub, Mevdudi, Humeyni gibi isimlerin tüm sömürge faaliyetlerine karşı durduğunu görüyoruz. Bu isimlere yaklaşımınız nasıldır? Bizim yaklaşımımız nasıl olmalıdır?

Cevap: Görevimiz sömürgeye karşı durmak. Modern dünya eleştirisi yapan insanların ortak vasfı mıdır? Evet, hemen hemen ortak vasfıdır. Fakat bir noktayı unutmayalım saydığınız isimler belki Humeyni’yi bunların arasında istisna edebiliriz. Çünkü o Şii arka plana, kesintisiz bir şekilde gelmiş bir müktesebata ayaklarını basıyor. Söyledikleri doğrudur, yanlıştır. Tespit yapmak için söylüyorum. Bunun dışında Seyyid Kutub’un da Mevdudinin de diğerlerininde çok güçlü İslâmi müktesebatı yok. Bir İslâmi kesintisiz bir müktesebattan–rahleyi tedristen geçmiş değiller. Tabi ki tespitleri hayatidir, çok önemlidir.

Meyve alırken dikkat edin, kurtlu olsun çünkü organiktir. Kimyasal ilaç almamıştır. Kurtlu meyve almaya bakın diyorlar. İslâm da diyor ki meyve kurdu helaldir, pis değildir. Tabi, bile bile alın yiyin anlamında değil ama farkında olmadan yerseniz helaldir, temizdir. Buradan devşireceğimiz bir hakikat var; “Tabii bir hayat.” Müslüman kendi dinamiklerinden hareketle tabii bir hayata talip mi? Bugün, organik falan diyerekten bunları aristokrat kesime mensup bir kültür biçimi olarak algılanması hali var. Örneğin: “Al işte ben organik pazardan alışveriş ediyorum, 10 liralık meyveyi 500 liraya alıyorum.” anlayışı var. Ama bu da tabii değil sûni, yapay. Dolayısıyla hayata hem pratikleri itibariyle hem bu pratiği mümkün kılan, dayatan teori itibariyle itiraz eden, karşı çıkan, alternatif üreten ve ayağını da sağlam bir yere basarak gelen bir müktesebata ihtiyacımız var. Doğrudur bunlar ama yeterli değil.

Soru: Sizin de konuşmanızın başında bahsettiğiniz gibi inanç değerlerimiz, kültürel değerlerimiz, dilimiz büyük ölçüde bir kültürel emperyalizme maruz kalıyor. Bunlar medeniyeti meydana getiren unsurlar olduğu için medeniyetimiz de bundan etkileniyor. Ama şunu da görüyoruz; ülkemizde kendilerini mukaddesatçı yahut muhafazakâr olarak tavsif eden kesimler de bu tahribata ortak oluyor. Bir şekilde ön ayak oluyor ne yazık ki. Şunu sormak istiyorum. Mademki bu sözleri ağızlarından düşünmeyenler buna ön ayak oluyorsa bu işe dur diyecek olan kimler?

Cevap: Bu enteresan bir paradokstur. Bunu söyleyen insanların siyasetçiler olması bir tahribata yol açıyor. Yani bu memlekette İslâm adına konuşan insanların üç alandan bağımsız ve müstağni olması gerekir. Bir: halkla, iki: siyasi üretimlerle üç: sermayeyle bağımlılık ilişkisinin olmaması gerekiyor ki hakikat bildiğini doğrudan, eğmeden, bükmeden söyleyebilsin. Şimdi bir siyasetçi bunu nasıl söylesin? İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinde “Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa, o şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir.” diyor. Şimdi ben sizi öyle bir dünyaya çağırıyorum ki orada yağmur yağdığında sokaklar, caddeler perişan oluyor. Bir siyasetçi bunu diyemez haliyle, eşyanın tabiatına aykırı. E ne yapmalı? Paradoks nasıl aşılmalı?

Sermaye-siyaset-halk birbiriyle çok yakın, çok sıkı bir ilişki içinde ve hiçbir zaman diğerinden bağımsız değil. Bizim de burada kendisinden söz ettiğimiz, tahayyül ettiğimiz insan bu üçünden bağımsız insan. Bu insan nerede yaşayacak? Ne yapacak? Bu bir paradokstur.

Soru: Oryantalistlere sorduğunuzda sömürge, kölelik hakkında İslâm’da köleliğin olduğunu, “zamanında siz yaptınız şimdi biz niye yapmayalım” kabilinden şeyler söylüyorlar. Ne diyorsunuz bu konudaki düşünceniz nedir?

Cevap: Arada sadece isim benzerliği var bu kadar. Ahmet Cevdet Paşa – biliyorsunuz, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetiştirdiği en büyük ilim ve devlet adamlarından birisidir- diyor ki: “İslâm’da köle almak köle olmaktır.” Sadece isim benzerliği. Emevilerin ilk dönemlerinde -yani sahabe göçmüş Tabiin’in orta ve küçük kuşağı hayatta, İslâm’ın ilk yüzyılının sonlarında, Basra’da, Bağdat’ta, Kufe’de, Şam’da ve hatta Medine’de ilim hayatının başında olan insanlar, müderrislerin hepsi köle, sadece Mekke’de Arap kökenli bir âlim var.

Bu neyi anlatıyor İslâm’ın ilk yüz yılından itibaren İslâm’ın ilmi hayatı, entelektüel hayatı köle kökenli insanların elinde. Satıyorlar bunları. Bugün bizim elimize tefsir müktesebatı olarak gelmiş rivayetlerin dörtte üçü İbn-i Abbas’ın köle kökenli talebelerinden geliyor. Hatta size çok enteresan çarpıcı bir şey söyleyeyim. İmam Ebu Hanife’nin, Hanefi mezhebinin imamının “Ben hayatta ondan üstün bir adam görmedim.” dediği bir adam var, Mekke’de yaşıyor bu adam. Kaynaklar diyorlar ki “Ebu Hanife görünce önünde eğilirdi bu adamın.” Bu nasıl bir adamdı? Doğuştan gelen 6 büyük özelliği var. Adamın bir gözü kördü, sonradan diğer gözü de kör oldu. Bir ayağı topaldı, sekerek yürürdü. Kolunun biri sakattı kullanamazdı. Adamın sırtında kocaman bir kamburu vardı. Adamın burnu basık dümdüzdü. Adam kapkaraydı. Bu adam Habeşistanlı bir köleydi. Tabiin’in büyüklerindendi sahabeden ders almış büyük bir İslâm âlimi.  Adı, Atâ bin ebi Rebah. Bu adamın aleyhine söz söylenmemiş. Kimi görüyorsanız çağdaşı, akranı ondan tazimle bahsediyor. Bir de şimdi denizin dibinde 8-10 saat çalışacaksın, bana inci çıkaracaksın diye ciğerlerini parçalattıkları köleler var. Onlar da köle Atâ bin Ebi Rebah da köle.

Bu bir statüdür. Burada sadece isim benzerliği var. O nasıl bir statüdür ki yediğimizin aynısını yedireceksiniz. Giydiğinizden giydireceksiniz. Ona taşıyamayacağı yükleri yüklemeyeceksiniz. Ardından kalkamayacağı ağır işlerde çalıştırmayacaksınız. Böyle bir kölelik yok. Bunun sadece adı köle. Adında benzerlik var gerisi farklı. Dolayısıyla o kafamızda bize belletilmiş ezberletilmiş şeyleri sorgulama iradesini elimizden bırakmamalıyız.

Geldiğiniz için teşekkür ederim. İnşallah faydalı semereli bir sohbet olmuştur. Umduğunuzu buldunuz mu bilmiyorum. İnşaallah daha başka ortamlarda Cenab-ı Hakk karşılaştırsın. Teşekkür ederim.

Yorumlar kapatıldı.